Risale-i Nur'dan Dersler

Wednesday, December 14, 2005

Ey Şiddet-i Zuhurundan Gizlenmiş(Teşkil Teşekkül İltibası) (4 S Formülü)

Bu yazıda birbiriyle ilgili üç dört bahis beraber mütalaa edilecek ki meseleler daha iyi anlaşılsın.

Şiddet-i Zuhur

Üç ayaklı iki başlı bir çocuk dünyaya gelse mucize diyorlar. Asıl mucize normal bir bebeğin o başdönürücü organları ve sistemleri ile dünyaya gelmiş olmasıdır. Anne karnındaki her anı ayrı bir mucizedir. (13. Söz)
Her an vücuda gelen milyonlarca canlı birer mucizedir.
Her şey binlerce ihtimalden en uygun hal ve keyfiyette bulunuyor. Her şeyde nihayetsiz gayelere ve maslahatlara dikkat görünüyor. İnsan da, bu muhteşem harikulade hadiselere alışkanlık perdesine büründükleri için sıradan nazarıyla bakıyor.

Dikkat-I nazar, teemmül çok önemli. Her zaman karşılaştığımız hadiselerdeki harikuladeliği görmek çok önemli.
Mesela bugün güneş doğmasa ne kadar harikulade bir şey olurdu. Ama yüzelli milyon kilometre uzaktan her an güneş ışıkları gönderiliyor ve hayat bu ışıklarla hayat buluyor. Daha uzak olsa donardık, yakın olsa yanardık.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş Zat-I Akdes.. Yani görünmesi çok şiddetli olduğu için (Haktan ayan bir nesne yok Gözsüzlere pinhan-saklı- imiş.) gizleniyor. Nasıl ki güneş bütün gökyüzünü kaplasa görünmez, şiddet-i zuhurundan gizlenir.Günde üç öğün yemek yediğimiz zaman yemek nimetine şükrediyoruz ama yemekten daha önemli bir nimet hava nimeti şiddeti zuhurundan gizleniyor, alışkanlıklar perdesine gömülüyor.(Hikmet Pırıltıları M. Kırkıncı)

Öyleyse insana düşen alışkanlıklar perdesini delmek.

- Dikkatle bakmak
- Sıradan görülen şeylerdeki sıradışılığı görmek.
- Nizamı görmek
- Nizamın mükemmeliğini ve hassasiyetini görmek
- Nizamın yeniden yeniye tazelendiğini görmek
- Aynı nizamın mikrodan makroya herşeyi kuşattığını görmek
- Nizam varsa Nazım da vardır demek, yani eserden müessire sanattan sanatkara geçmek.
- Sanatkarın sair esmasını da kainattan okumak ve marifetini artırmak.

Tabiki bu tefekkürden önce esbabın ve tabiatın mahiyetinin anlaşılması, icada kabiliyetlerinin olmadığına tam izan gereklidir. Evet önce Lailahe sonra illalah. Yoksa fikir dağılır, değişik vartalara düşülebilir.. Tam marifete ulaşılamaz.

4 S Formülü

Kainatta görülen sürat-i mutlaka, sehavet-i mutlaka, sühulet-i mutlaka içindeki mükemmel sanat Halik’ın mutlak kudretini, namütenahi ilmini ve sair sonsuz sıfatlarını kör gözlere bile gösteriyor.

Çünkü bir şey hem sonsuz sanatlı olsun hem çok hızlı yapılsın ve çok kolaylıkla ve bollukla yapılsın bunlar santlarının mükemmellik dereceleri nisbetinde sanatkarlarının mükemmelliğini gösterir. Kainattaki harika fiiler arkasında Cenab-ı Hakkın sonsuz esması güneş gibi parlar. İlla ki tabiat ve sebepler perde olmasın. Onların manası anlaşıldığında hakikat çok parlak bir şekilde akılları ve kalpleri aydınlatıyor.

(Evet, görüyoruz ki, bütün yeryüzünde bir vüs'at-i mutlaka içinde bir icad, bir tasarruf, bir faaliyet var. Hem o vüs'at içinde bir sür'at-i mutlaka ile işleniyor. Hem o sür'at ve vüs'atle beraber, teksir-i efradda bir sehâvet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehavet ve vüs'at ve sür'atle beraber bir sühulet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehâvet ve suhulet ve sür'at ve vüs'atle beraber, herbir nevide, herbir fertte görünen bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü san'at ve nihayet ihtilât içinde bir imtiyaz-ı etemm ve gayet mebzûliyet içinde gayet kıymettar eserler ve gayet geniş daire içinde tam bir muvafakat ve gayet suhulet içinde gayet san'atkârâne bedîaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her fertte bir san'at-ı harika, bir faaliyet-i muciznümâ göstermek, elbette ve elbette öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır, nazırdır. Hiçbir şey Ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler. 22. Söz 6. Lem’a)


Teşkil Teşekkül İltibası

Sabık beyanatımızda, icad-ı mahlûkatta görünen hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, nihayetsiz sür'at-i ef'âl, nihayetsiz suhuletle icad-ı eşyanın sırlarını, hikmetlerini bir derece gösterdik. İşte şu nihayetsiz sür'at ve hadsiz suhuletle vücud-u eşya, ehl-i hidayete şöyle kat'î bir kanaat verir ki:Mahlûkatı icad eden Zâtın kudretine nisbeten Cennetler, baharlar kadar; baharlar, bahçeler kadar; bahçeler, çiçekler kadar kolay gelir. sırrıyla, nev-i beşerin haşir ve neşri, birtek nefsin imâte ve ihyâsı gibi suhuletlidir. Bütün insanları haşirde ihyâ etmek, istirahat için dağılan bir orduyu, bir boru sesiyle toplamak kadar kolaydır.
İşte şu hadsiz sür'at ve nihayetsiz suhulet, bilbedâhe, kudret-i Sâniin kemâline ve herşey Ona nisbeten kolay olduğuna delil-i kat'î ve burhan-ı yakînî olduğu halde, ehl-i dalâletin nazarında Sâniin kudretiyle eşyanın teşkili ve icadı-ki vücub derecesinde suhuletlidir-bin derece muhal olan kendi kendine teşekkül ile iltibasa sebep olmuştur. Yine bazı âdi şeylerin vücuda gelmelerini çok kolay gördükleri için, onların teşkilini, "teşekkül" tevehhüm ediyorlar. Yani, "icad edilmiyorlar, belki kendi kendine vücut buluyorlar." İşte, gel, ahmaklığın nihayetsiz derecâtına bak ki, nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar, nihayetsiz muhalât kapısını açar. Çünkü o halde, Sâni-i Âleme lâzım olan nihayetsiz kudret ve muhit ilim gibi evsâf-ı kemal, her mahlûkun her zerresine verilmek lâzım gelir, tâ kendi kendine teşekkül edebilsin.(20. Mektup)

Yani nizamın Mükemmelliği nazıma perde oluyor. Her şey o kadar harika ki, mükemmel sanatlı şeyler süratle ucuzlukla bollukla milyarlarcası bir anda vücuda geliyorlar ki zahiren vücuda gelmeleri çok kolaymış gibi görünüyor. Tohumları toprağa atıyorsunuz bir anda süratla sühuletle çıkıyor. Sanki kendi kendine oluyor gibi geliyor insana.

Her şey bu düzene boyun eğiyor , işte inhiraf. Boyun eğilen düzen. Her şey bu düzeni yaratana boyun eğiyor. Her şey bu her şeyi düzenli hareket etirene boyun eğiyor. Halik-ı Kainat her şeyin kudretiyle ilmiyle o kadar mükemmel tedbirini görüyor ki gafil insan düzenin mükemmelliğini düzeni yaratana perde yapıyor. (Teşkil teşekkül iltibası) Yaratıcının vücuduna delil olan sanat eserlerini kudretinin ve ilminin her şeyi kuşatmışlığının delili olan her taraftaki hassas düzenin yaratıcının varlığını unutturması. Düzen maddeyi hareket ettirmiyor maddenin hareketinden düzen meydana geliyor. Evet düzen mükemmelliği nisbetinde O’nun sıfatlarını bize tanıttırıyor.

Halikın Ef’ali Mübaşeretsizdir

Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret (temas etme, dokunma)yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor. (Zerre)

Evet Kadir-I Mutlakın Sanatları beşerin sanatına benzemediği gibi fiilleri de benzemiyor. Bu başdöndürücü hadiseleri gören insan kendi fiillerini bir kıyas olarak kabul ediyor nihetsiz kudreti, ilmi hikmeti aklı almıyor. Hem bir olsun hem kainatın her tarafına yayılan umum icraatı biri birine karışmadan ne kadar atom ve atomaltı parçacıklar varsa onlarla beraber canlılar alemi ve yıldızlar alemi aynı anda fütursuz işlettirsin. Ama Halika vermediği bu sıfatları şuursuz zerrelere veya hareketin ifadesi olan maddeya bağımlı olan hakikivücudu olmayan kör sağır şuursuz kanunlara vermek sapıklığı içine giriyor. Evet bu durumda mevcudatın vücudunu inkar eden sofestailerden daha aşağı derekeye iniyor.

Evvel Ahir Zahir Batın

Bir ağacın menşei aslı olan çekirdeğine bakıyoruz. Çekirdeği mükemmellik diliyle Saniinin İlmini Kudretini konuşuyor.
Ağacın meyvsine bakıyoruz. Meyve de o kadar mükemmeldir di Saniinin kudretinden haber verir.
Ağacın dışı dal ve budakları kadar sanatlı bir elbisedir ki bani yapan Zat Hakimdir Rahimdir der.
Ağacın içi öyle bir makinedir ki adeta bütün diğer şehadetler kadar Saniine şehadet eder.

Şimdi nazarlarımızı bütün atomlara, ağaçlara sonra bütün canlılara, yıldızlara ve kainatın bütününe çevirelim.
Her şeyin evvelindeki ahirindeki zahirindeki ve batınındaki mükemmel sanatı rahmeti inayeti kudreti hikmeti görelim.

Evet zamanda evvel ve ahir var. Mekanda zahir ve batın var. Evveli Mevcudat Allah diyor,Ahiri mevcudat Allah diyor. Kainatın zahiri ve batını da Allah diyor.

Herbir şey ve bütün eşya, bütün şuûnâtıyla bir Kadîr-i Mürîdin kabza-i tasarrufunda tedbir edilir ve bir Rahmân-ı Rahîmin tanzimiyle ve lütfuyla güzelleştiriliyor ve bir Hannân-ı Mennânın tezyiniyle süslendiriliyor. Hakikatine ulaşılıyor. Yani zamanı ve mekanı kabza-I tasarrufunda tutan O’dur. Her şey her şeyinde her an O’na muhtaçtır.
Hattâ herbir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde el evvelu vel ahır vezzahıru vel batın isimlerinin işaret ettikleri dört sikk-i tevhid var.

İsm-i Evvel
ile işaret edildiği gibi, herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını; ve öyle bir tezgâhtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilâtını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki incecik vâridatını ve lâtifâne masârifini ve tanzimatını taşıyor.
Ve ism-i Âhir'le işaret edildiği gibi, herbir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki, o ağacın eşkâlini ve ahvâlini ve evsafını, ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsalini ve ensâlini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor.
Ve ism-i Zâhir ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği suret ve şekil, öyle musannâ ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve âzâ ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve mânidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir.
Ve ism-i Bâtın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen tezgâh öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve âzâsını teşkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür'at ve saati kurmak gibi bir sühulet ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor. (İkinci Şua 2. Makam)
Elhâsıl; herbir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program, ve âhiri, öyle bir târifename ve nümune; ve zahiri, öyle bir musannâ hulle ve bir münakkaş libas; ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i âzam, belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kâinatı idare eden bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdâniyet taşıyor.
İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin sikkesini, ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i Âhir'in hâtemini; ve bahar mevsimi, hûri'l-în misilli birbiri üstüne giydiği sündüs-misâl hulleler ve yüzbin nakışlarla süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zâhirin mührünü; ve baharın içinde ve zeminin batnında işleyen Samedânî fabrikalar ve kaynayan rahmânî kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbânî matbahlar, ism-i Bâtının turrasını taşıyorlar.
Hattâ herbir nevi-meselâ, nev-i beşer-dahi bir ağaçtır. Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ı cinsiye ve beka-yı nev'î içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hâl-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve zâhirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve müşevveş ahvâl-i beşeriye altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdâniyet taşıyor.

İşte, bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi; ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin plânı ve beyannamesi; ve zâhirine baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın ve Mürîdin gayet san'atlı ve tenasüplü bir hulle-i san'atı; ve bâtınına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir makinesini müşahede ediyoruz.İşte şu hal ve şu keyfiyet, bizzarure ve bilbedâhe ilân eder ki, hiçbir şey, hiçbir zaman, hiçbir mekân, birtek Sâni-i Zülcelâlin kabza-i tasarrufundan hariç olamaz.

İKTİRAN VE ÖNEMİ

İktiran iki şeyin birarada bulunmasıdır. Sebeplerle sonuçların birarada bulunmasıdır. Fakat bu birarada bulunuşu gafil insan yanlış yorumlar. ‘sebeb neticeyi yapar’ der. Halbuki sebeplere ve neticelere sathi nazarla değil de teemmülle, dikkatlice baksa insan; sebebin neticeyi yapamayacağını anlayacaktır. Ve bu birarada bulunuşun O’nun kudretini, ilmini ve sair Esmasını gösteren mükemel bir ayna olduğunu görecektir.

Bu konunun anlaşılması çok önemlidir. Çünkü Risale-i Nur külliyatının temel konusudur denebilir.

Tevhid meselesinin özü, bu sebeplerin dolayısıyla kanunların putlaştırılmasının önünün alınmasıdır.

Kader meselesinde de Mutezile ve Cebriye konusu tartışılırken bu konu üzerinde durulur. Dolayısıyla kaderi de anlamak bu konuyu anlamaya bağlıdır..

Dua meselesi dolayısıyla ‘kainattaki ibadat-ı umumiye bilbedahe bir Mabud-u Mutlakı’ gösterir-Yani her şey kulluk yapiyor demek ki bir Mabud var-(33. Söz 9. Pencere) hakikatinin anlaşılması da bu iktiran bahsinin anlasılmasına bağlıdır. Dua risalesinde Bütün kainattan çıkan bir duadır. Esbab olan müsebbebatı Cenab-ı haktan ister denilir. Dua bahsinin özü sebep netice beraberliğidir.

Haşir risalesinde ‘Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?’ 1. suretin ve Rububiyyet ve Saltanatın haşre delaletinin anlaşılması da buna bağlıdır.

Risale-I Nurun elinde Asay-I Musa olması ve nereye vursa su çıkarması meselesi de bunun ile anlaşılır. Çünkü kainatta her yerde sebep ve netice beraberliği var ve insan kainatın umumuna tecelli eden esmayı görmeye ihtiyaç duymadan bazen sinekten bazen gezegenden bazen atomda Rabbinin esmasını temaşa eder bulur. Huzuru daimi kazanır.

‘Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî'nin dediği gibi, ‘Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah'ın mârifetine dâir bir defterdir.’ herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar. Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. ‘Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır.’
düsturunu herşeye okutturuyor.

Evet ‘Her şeyde O’nun varlığına delilller vardır hakikati de bununla anlaşılır.’

Kudret bahsinin anlaşılması da buna bağlıdır.. Kainattaki muhteşem faaliyeti kanunlara ve sebeplere veren insan O nun kudretini nasıl idrak edecek ki. Çünkü her yerde karşısına sebepler ve kanunlar çıkıyor. Ve mesela atomda elektomanyetik kuvvet, nükleer kuvvet, zayıf kuvvet diyor.. Nerde kaldı La havle vela kuvvete illa billah hakikatı.

Kanun bahsinin anlaşılması da bu sebep netice beraberliğinin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü kanunlar sebep netice beraberliğinin sürekliliğinden ibarettir. Her şey bu düzene boyun eğiyor diyen adam tam şirkin içindedir. Boyun eğilen düzen. Her şey bu düzeni yaratana boyun eğiyor dese neyse. Ama öyle noktalara geliyor ki düzeni yaratanı düşünmeden bunu söylüyor. Her şey bu her şeyi düzenli hareket etirene boyun eğiyor. Halik-ı Kainat her şeyin kudretiyle ilmiyle o kadar mükemmel tedbirini görüyor ki gafil insan düzenin mükemmelliğini düzeni yaratana perde yapıyor. Düzen maddeyi hareket ettirmiyor maddenin hareketinden düzen meydana geliyor. (İnşaallah bu konu ileride daha teferruatlıca ele alınacak.)

Şimdi bu konu ile ilgili bir kaç örnek verip sizleri Risale-i Nur’da sebep sonuçlarla başbaşa bırakayım.

Sebeplerle neticeler arasında, ağaç ile meyve arasında, tohum ile bitki arasında, DNA ile Hücre arasında, atomlardaki hareket ile bileşikler, moleküller arasında bir yakınlık var.Ama bu yakınlık sebebin neticeyi yaptığını göstermez, çubuğu yaratan üzümü çubuğa takıyor ki bu kuru çubuktan bu harika üzüm meydana gelmez diye kendisini her şeyde tanıtıyor.

-Kuru üzüm çubuğu nerede üzüm nerede
-Arı nerede bal nerede
-İnek nerede süt nerede
-Atom altı parçacıklar nerede atomlar nerede
-Yıldızlar nerede muhteşem dengeli galaksiler nerede
-Plan nerede saray nerede
-Maddi vücudu olmayan akılsız şuursuz düzenli hareketin ifadesi olan formuller neredekainattaki akıl almaz faailiyetler nerede



Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet (hakiki sebep) zannetmeleridir. (17. Lema 14. Nota)

Kâinatta, esbab(sebepler) ve müsebbebat(neticeler) görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe(neticeye) kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir; müsebbepleri yapan başkadır.

Meselâ, hadsiz masnuattan, yalnız cüz'î bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mucize-i san'at, öyle bir Zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.

İşte, beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu câmi, küçücük mucizelere, sair müsebbebatı da kıyas et.

Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece harika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.

Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanıyla, dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir."

Hem nasıl ki müsebbebdeki harika san'at ve tezyinat, esbabı azledip, Müsebbibü'l-Esbab olan Vâcibü'l-Vücuda işaret ederek ‘Bütün işler O’na döndürülür.-Hud Suresi,123. ayet’ sırrınca Ona teslim-i umur eder.

Öyle de, müsebbebata(neticelere) takılan neticeler, gayeler, faydalar, bilbedâhe, perde-i esbab arkasında bir Rabb-i Kerîmin, bir Hakîm-i Rahîmin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahlûk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faydaları, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faydaları onlara gaye-i vücut yapıyor.

Meselâ yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intaç eden esbab, hayvânâtı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek, hayvânâtı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.

Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler.

Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.

Elhasıl:1. Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder.
2.Hem müsebbebin gayesi, faydası dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder.
3.Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.

Ey esbabperest biçare! Bu üç mühim hakikati neyle izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt, "Vahdehû lâ şerîke lehu" de, hadsiz evhamdan kurtul.(33. Söz 27. Pencere)

"İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik-size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye." Abese Sûresi, 80:24-32.

İşte şu âyet-i kerime, mucizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde ‘Metaan lekum’ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet’Metaan lekum ve lienamikum’ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor. (25. Söz 2. Şule 7. sırrı Belagat)

Bkz. Risale-i Nur'da sebep Sonuç İlişkileri.

Tuesday, December 13, 2005

Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür

Meşhurdur ki, îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse birşey görmedi.
Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki, "Gördüm." Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi,
Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.
O hareket nerede, Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek muhal ender muhal!(Lemaat)

(İnsan kerimdir. Hakkı ararken bazen eline batıl geçer yüzüne gözüne sürer. Evet kainatın esrarını arayan insan; bu hayvanlar bitkiler nasıl olmuştur, başdöndürücü nizamın esrarı nedir diye düşünürken birden atomların harekatını görür, düzeni farkeder, düzeni formülüze eder. Tamam buldum der. Aldanır. Acele ile karar verir.

Dağlarla güneşi bitişik gören insan uzaktan aldanır. Ama yanına gidince mesele anlaşılır.

Dikkat, incelemek, neticelerin mükemmelliği, neticelerle sergilenen şefkat ve neticelerin süsleriyle bizlerin nazarlarını celbeden sanatın muhteşemliğini görürse insan… Sebeplerin de cehaletini, kudretsizliğini, hissizliğini idrak ederse aldanmışlıktan kurtulur tevhide erer.)(bkz. İktiran bahsi)

RİSALE-İ NUR’DA SEBEP-SONUÇ İLİŞKİLERİ (Dr.Yamina Mermer)


“Yaratan Rabbinin ismiyle Oku!”(Alâk,1)
Hz. Muhammed’e (a.s.m.) ilk vahyin gelişi hepimizin malumudur. İlâhî vahiy ona ilk kez, günlük meşgalelerden kendini uzaklaştırarak yoğun tefekkür için sık sık gittiği Hira dağındaki mağarada gelir. Vahyin taşıyıcısı Hz. Cebrail Rabbinin emrini bildirmeden önce, onu takati kesilinceye kadar sıkar, neredeyse nefessiz bırakır ve sonra Rabbinin ona ilk emrini tebliğ eder: “Oku!” Yaratan Rabbinin yanısıra yeryü­zünde birçok ilahlar edinenlerden uzak duran, yalnız başına mağarada Tek olan Rabbine kulluk görevini yapmakta olan Muhammedü’l-Emin (a.s.m.) cevap verir: “Ben okuma bilmem.” Bu cevap karşısında, Cebrail, “Okuma bilmiyormuş” diye bı­rakmaz onu. Yine, kaburgalarını çöktürürcesine sıkar ve “Oku!” der. Bitkin, yor­gun, çaresiz ve yetim Muhammed-i Arabî (a.s.m.) neyi okuyacak, nasıl okuyacaktır? İnsanların “okuma” diye tarif ettikleri şeyi, meselâ bir “yazı”yı okumayı bilmediği için, yine aynı cevabı verir: “Ben okuma bilmem.” Oysa onun asıl “okuma”yı çok iyi bildiğinden emin olan Cibril-i Emin, tekrar Allah’ın en sevgili kulunu kucaklar, sı­kar ve “Oku!” derken kasdolunanın ne olduğunu, nasıl okunması ve neyin okunması gerektiğini öğreten ilk vahyi tebliğ eder: “Yaratan Rabbi­nin ismiyle oku!”(Alâk,1)
İşte o vahiyle birlikte, okumayı yalnızca bir metnin okunması diye anladığımız için okuma bilmediğini zannettiğimiz Muhammed (a.s.m.), Allah’ın Resulü, kıyamete kadar bütün insanlara okumayı öğretecek bir muallim olarak görevlendirilir. 2
Herkesin bildiği bu hadise ile anlatılmak istenen, bana, apaçık ortada gibi geli­yor. Deriden veya kâğıttan yapılmış yapraklar üzerine yazılanları okumasını bilme­yen bu zâtın bizim için neyin muallimi olduğunu, ilk vahiy olduğu rivayet edilen bu âyet açıkça ifade ediyor: “Yaratan Rabbimizin ismiyle okuma”nın muallimi...
Başından sonuna kadar, Kur’ân’ı kendine rehber edinme düsturundan hiç taviz vermeyen Risale-i Nur, işte bu Muallim-i Zîşandan (a.s.m.) aldığı dersle, yaratan Rabbimizin ismiyle neyi, niçin, nasıl okuyacağımızı, her tabakadan insanın anlayabi­leceği, yine Kur’ânî olan temsil ve tekrar usulü ile anlatmaktadır.
Kâinatı okumak
Kur’ân-ı Kerîm, meselâ 310 defa “semâvat”tan, 45l defa “arz”dan, 262 defa “yaratma”dan, çok azı Kur’ân âyeti anlamına gelmek üzere 382 defa “âyet”ten bahsederek, bunların Allah’ı tanıtan âyetler, şahitler olduğuna dikkati çeker. “Bak,” “Bakmazlar mı?,” “Düşünmezler mi?” gibi birçok teklifiyle de, kâinata ve yaratmaya bakıp düşünmemizi emreder.
Kur’ân’a tâbi olan Risale-i Nur’da ise, “Gel her tarafa bak, herşeye dikkat et,” “Gözümüzle görüyoruz ki...,” “Dünyaya gelen her zîşuur gözünü açtıkça görür ki...” gibi ifadelere sıklıkla rastlanır. Bu dâvetle birlikte, her bir şeyi Rabbimizi tanı­tan bir âyet, bir delil olarak okumanın usulü öğretilir. Her bir şeyi “yaratan Rabbi­mizin ismiyle okuma”nın eğitimidir bu. Risale-i Nur’un birçok yerinde bir formül gibi tekrar edilen; her bir mahlukun Vahid-i Ehadi tanıttırdığını ders veren şu ifade, "Ve fî külli şey'in lehû âyetün tedüllü alâ ennehû vahidun" onun Kur’ân mesleğinde gittiğini belirler.
Zira, kâinatın nasıl okunacağını, onun Allah’ın varlık ve birliğine olan şahitliğinin nasıl anlaşılacağını bize Kur’ân öğretmektedir:
“Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok deliller vardır” 3
Bu âyette, Rabbimiz, sözkonusu “okuma”yı gerçekleştirmek için anahtar hük­münde olan bir hususu öğretir: "fî halki", yani yaratılış biçimine bakmak.
Şimdi, bir örnekle, yaratılış biçimine bakarak okumayı tahlil edelim.
Gerçi okullarda bize bitkilerin fotosentez adı altında kendi besinlerini kendilerinin ürettiklerini söylediler. Gelin, zihnimize aşılanan bu "kendi kendine" ön-kabulünü bir kenara bırakalım ve beraberce besinin nasıl üretildiğine, yani besinin “yaratılış bi­çimi”ne dikkat edelim.
Elinize aldığınız herhangi bir yeşil yaprağı parmaklarınız arasında ezdiğinizde, parmaklarınız yeşile boyanır. İşte bu yeşilliğe konu olan maddeye klorofil adı verilir. Karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve magnezyum atomlarından yapılmış olduğunu gördüğümüz bu klorofil, bir gıda fabrikası gibi çalışmakta... Güneşten ışığı yakala­yıp, bitkinin kökünden suyu çekerek hidrojen, oksijen ve ATP denilen enerji depo­sunun üretilmesini sağlıyor. Canlılar için çok önemli olan oksijen havaya veriliyor. Buraya kadar olanlar fotosentezin birinci işlemler basamağıdır.
İkinci basamakta, enerji deposu ile hidrojen, bizim için zehir olan karbondioksidi havadan alıyor, ve şeker üretiliyor. Bu şekerin bir kısmı bitkinin kendi hayatını de­vam ettirmesi için harcanıyor. Bir kısmı da nişasta, karbonhidrat ve protein üretil­mesinde kullanılıyor. Böylece, hem hava zehirden temizlenmiş oluyor ve hem de insanlar ve hayvanlar için gıda üretilmiş oluyor.
Sanırım, bu anlattıklarıma bakarak, fotosentez olayının çok karmaşık olduğunu düşündünüz. Gerçekte, fotosentez, benim anlattıklarımdan belki de bin defa daha karmaşık bir işlemler zinciridir. Asırlardan beri kâinatın sırrını çözme iddiasında olan bilim adamlarından Calvin isimli bir kişiye, yalnızca ikinci basamakta vuku bulan kim­yevî reaksiyonların düzenini bulup formüllerle ifade edebildiği için, Nobel Kimya Ödülü verildi.
Fotosentez olayının bir bölümünü formüle edebilene Nobel ödülü verilirse, gözle görülemeyecek kadar küçük bu fabrikayı çalıştırana acaba ne ödülü vermek gerekiyor?
Fotosentez ile sağlanan faydaları özetleyelim: Bütün canlılar için hayatî önem taşıyan hava, karbondioksit alınıp oksijen verilerek temizleniyor. Canlıların hayatla­rını devam ettirmeleri için zaruri olan besin üretiliyor. Üstelik bunlar en kısa yoldan, en ucuz maliyetle, hiçbir zarara neden olmadan, birbirinden sanatlı, güzel, rengâ­renk, lezzetli.. şekilde yapılıyor. Bu kadar önemli neticeler, mükemmel faydalar an­cak bir iradenin, bir kasdın sonucu olabilir. Öyleyse, bu neticeler önceden kasden planlanmış olmalıdır. Bu planlamayı yapabilmek için de bütün hayvanları, insanları tanımak, onların ihtiyaçlarını bilmek ve onlara acıyıp merhamet etmek gerekir. Hatta insanların tüm duygularına hitap edecek şekilde sanatlı, hoş kokulu, lezzetli gıdaları hazırlamak için onlara şefkat etmek gerekir. Bütün bu amaçları gerçekleşti­rebilmek için:
1. Fotosentezde kullanılan tüm maddelerin özelliklerini en ince detaylarına va­rıncaya kadar bilmek; güneşi, havayı, suyu... tanımak;
2. İçinde çalıştığı, ayrı ayrı özelliklere sahip ve dolayısıyla ayrı ayrı düzeni olan bitkilerin hepsini tam olarak bilmek ve onlarla âhenk içinde çalışmak;
3. Hazırlanan besini kullanan canlıların vücut yapılarını, çalışma sistemlerini de mükemmel bir şekilde bilmek; o vücutlarda da kusursuz bir şekilde işlemek;
4. Bu işlerin hepsini kontrol altında bulundurabilecek, emri altına alıp çalıştırabi­lecek eksiksiz bir kudrete sahip olmak. Öyle bir kudrete ki, sudan, havadan, toprak­taki minerallerden, insan ve hayvanlardan güneşe kadar uzanan bir kudrete sahip olmak gerekir.
İşte, ancak bütün bu özellikleri olan, fotosentez yapıp bize gıda hazırlayabilir. Yani, sonsuz ilme ve kudrete malik olandan başka kimse bu işleri yapamaz.
Demek ki, fotosentez olayıyla ilişkili görülen tüm maddeler, sebepler ya sonsuz bir ilim ve sonsuz bir kudret Sahibinin emir ve iradesiyle işliyorlar; veya her birinin bizatihi sonsuz ilim ve kudretinin varolması gerekir ki, böyle mükemmel işleri hata­sız, şaşırmadan, tam zamanında, tam yerinde yapabilsin. Düşünen herkes bilir: Kar­bonun, hidrojenin, oksijenin, suyun, güneş ışığının sonsuz değil, bir zerrecik olsun ilmi, iradesi, kudreti, merhameti yoktur. Bunlar şuursuz, iradesiz, acizdirler. Kur’­ân’da ifade edildiği gibi, “Onların ayakları mı var, yürüsünler? Elleri mi var, tutsun­lar? Gözleri mi var, görsünler? Kulakları mı var, işitsinler?” 4
Materyalist bilim önyargılıdır, sebepleri İlahlaştırır
Tüm bu maddelerin kendilerine ait, doğrudan doğruya kendilerinin malı olan hiçbir özelliklerinin olmadığı besbellidir. Durum bu olduğu halde, neden fen kitapla­rında onların bu işleri kendi kendilerine yaptıkları söyleniyor. Neden “Bitki kendi besinini üretir,” “Klorofil, güneş ışığındaki enerjiyi yakalar. ATP bileşiği bu enerjinin bir kısmını kendi içinde depolar,” “Yakalanan enerjinin diğer kısmı da suyu oksijen ve hidrojen atomlarına ayırır” gibi ifadelerle bu işleri sanki bitki, klorofil, ATP, gü­neş enerjisi kendileri yapıyormuş gibi gösteriliyor?
Bu kitaplar materyalist bilimciler tarafından yazılmıştır. Bunlar, herşeyi yaratan bir Yaratıcının varlığını bir önyargı ile reddederler. Yaratıcı yoktur, diyerek kâinata bakarlar. Herşeyin bir düzen içerisinde yaratıldığı şu kâinatta düzeni bulurlar. Dü­zen, belli bir sebebin belli bir sonuç ile birlikte yaratılması olduğu için, her zaman belli bir sebebi belli bir sonucun yanında gözlemlerler. Yaratıcının yokluğu ön-ka­bulü ile olaylara baktıkları için çaresizlikten sonuçları sebeplerin yaptığını iddia et­mek zorunda kalırlar. Sonuçlarda görülen mükemmelliklerin sahibi olarak sebepleri gördükleri için, onları; örneğimizi hatırlayacak olursak, klorofili, güneş enerjisini, suyu, vs.yi sonsuz ilim, irade, kudret, merhamet gibi sıfatlara sahiplermişcesine de­ğerlendirirler. Bu da sebeplere ilahlık vasıfları yakıştırmaktır.
Ne aklı, ne şuuru, ne iradesi, ne de gücü olan; kendileri yapılmaya muhtaç se­beplere değil ilah vasıfları vermek, bir irade ve güç eseri olan en küçük bir tesiri dahi vermek “divanece bir hezeyan”dır. 5
Herşeyi her zaman yaratmakta olan Tek Yaratıcının dışında hiçbir varlığa ilahlık izafe etmenin mümkün olamayacağını Kur'ân şöyle ifade ediyor:
“Onlar ise Allah’tan başka ilahlar edindiler. Halbuki o ilahlar hiçbir şey yarata­mazlar; onların kendileri yaratılmıştır. Onlar kendilerinden ne bir zararı uzaklaştıra­bilir, ne de kendi kendilerine bir faydaları dokunur. Onların ne öldürmeye güçleri yeter, ne hayat vermeye, ne de ölüleri diriltip kabirlerinden kaldırmaya.” (bkz. 25:3). 6
Gerçekten, Allah’tan başka ilahlık özelliklerine sahip olan bir varlık olsaydı, icada ve rububiyete karışacak, kâinatın düzeni bozulacaktı. Halbuki, küçücük sineğin ka­nadından ve gözbebeğindeki hücrecikten güneş sistemine kadar herşeyde mükem­mel bir intizamın bulunması, sebeplerin etken olmadığına işaret ettiği gibi, bir Vâci­bü’l-Vücudun varlığına ve vahdetine açıkça şahitlik eder. 7
Materyalist bilim negatif yaklaşım üzerine kuruludur
Bilimciler sonuçları sebeplerin yaptığını hiçbir zaman, hiçbir sûrette isbat ede­memişlerdir, edemezler de. Kendileri de bunun farkındalar. Bu yüzden, sebeplerin sonuçları yaptığı isbat edilemez, yapmadığı prensipte isbat edilebilse de, bugüne kadar kimse bunu isbat etmediği için sebebin sonucu yaptığı tezinin doğruluğu ka­bul edilir, diyorlar.
Örneğimizden yararlanırsak, materyalist bilimciler güneş ışığı, su, hava vs. gibi sebeplerin besinin oluşumunda etken faktörler olduklarını söylerler. Bunu “isbat” etmek için de, bir bitkiye, meselâ su veya güneş ışığı vermeyerek bitkinin sararıp solduğunu, yani fotosentez yapılmadığını; dolayısıyla besin üretilemediğini gösterir­ler. İşte, derler, su veya güneş ışığı olmazsa besin üretilmiyor. Bu “olmazsa”dan hareketle, “Su veya güneş ışığı besin üretir” sonucuna ulaşırlar. Böylece tezlerini isbat etmiş olduklarını zannederler.
Dikkat edilirse, bu yaklaşım olumsuzdur. Bu, bir isbat değildir. 8
Bir televizyon cihazının düğmesine basıldığında, ekranda bir görüntü belirir. Ne zaman düğmeye bassak, karşımıza görüntü çıkar. Düğmeye basılmadığında ise, ek­randa hiçbir görüntü belirmez. Materyalist bilimcilerin olumsuz yaklaşım mantığına göre, “ekrandaki görüntüyü düğme yapar.” Bunun “isbat”ı ise, düğmeye basıl­mazsa ekranda görüntü çıkmamasıdır. Düşünmezler ki, yayın dışarıdan yapılmakta­dır, görüntüyü neşreden düğme değildir. Düğme yalnızca televizyon cihazındaki düzenin bir parçasıdır. Televizyonu yapan, düğmeyi, ekranda görüntünün belirmesi için kasdî olarak cihaza yerleştirmiştir. Birisi size, düğmenin görüntüyü sağladığını kabul etmiyorsan, düğmeye basmadan görüntüyü çıkart da görelim derse, bu ne kadar mantıklıdır? Televizyon cihazının düzeni, onu düğmesiz çalıştırmayı imkânsız kılmaktadır. Çünkü o şekilde yapılmamıştır. Siz düğmeyi kullanmadan televizyonu çalıştıramayınca, o kişi size “Gördünüz mü, görüntüyü sağlayan düğmedir” dese, bu kişiye yalnızca gülünür. 9
Mevcut düzenin Hâlıkı kimdir?
Sebeplerden biri olmadığı zaman sonucun vuku bulmaması, o sebebin sonucu yaptığına hiçbir sûrette delil olamaz. Olsa olsa belli bir sonucun belli bir sebep ile beraber yapıldığının delilidir. 10 Bu, sebep-sonuç ilişkisinin bir düzen içerisinde ku­rulduğunun isbatıdır.
Materyalist bilimciler, güneş ışığı olmadan besin üretilmediği için güneş ışığının besin ürettiğini iddia ederler. Bunun aksini isbat etmek için, “Güneş ışığı olmadan fotosentez yapın da görelim” derler.
Kâinat bir düzen içerisinde yaratılmıştır. Bu düzen, Yaratıcının yaratış biçimidir, Onun sünnetidir. O, sünnetini değiştirmediği için 11 düzen devam etmektedir. Fo­tosentezi Güneş ışığı ile birlikte yaratmak düzenin tezahürüdür. Yaratıcı, fotosentezi güneş ışığı ile beraber yaratır. Gıda üretme düzenini bu şekilde kurmuştur. Işıksız fotosentez yapılmıyor ki, ışıksız fotosentezi yapanın kim olduğu araştırılsın. Olma­yanın isbatı istenmez. Mesele, olanı kimin yaptığını; ışık ile fotosentezi yapanın kim olduğunu isbatlamaktır.
Kur’ân, Allah sebepsiz yaratır, demiyor. Peki, ne diyor? Sebepleri de, sonuçları da yaratan Allah’tır; sebeplerle sonuçları bir düzen içerisinde birbirlerine rabtedip bağlayan da Allah’tır, diyor. Güneş ışığını da, klorofili de, besini de yaratan Allah’tır diye ders veriyor. Bunu kabul etmeyenin, güneş ışığında, besin yapılabilmesi için gerekli olan sonsuz ilmin, iradenin, gücün, merhametin bulunduğunu iddia etmek zorunda kalacağını; ama bunu isbat etmelerinin imkânsız olduğunu bildiriyor.
“Yoksa Ondan başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki: Varsa delilinizi getirin...” (bkz. 21: 24). 12
Kur'ân’da, Hz. İbrahim ile Nemrud arasında geçen o manidar konuşmayı hatır­layalım: Allah’ın koyduğu düzeni kullanarak “Ben de hayat veririm, ben de öldürü­rüm” diyen Nemrud’a Hz. İbrahim (a.s.) “Benim Rabbim güneşi doğudan çıkarır. Haydi sen de onu batıdan çıkar” dedi ve bu cevap karşısında Nemrud, Kur’ân’ın ifadesiyle, “öylece şaşırıp kaldı.” 13
Kur’ân’ın sunduğu bu tevhid dersini iyi çalışıp iyi anlamakla yükümlü olan, zira aksi takdirde dünyalarımıza ve düşüncelerimize şirkin bulaşması tehlikesiyle yüzyüze bulunan bizler de, kâinata bu nazarla muhatap olma durumundayız. Kur’ân talebe­leri olarak, Kur’ân’dan almamız gereken ders şudur: “Benim Yaratıcım, güneş ışı­ğından, sudan, karbondioksitten 14 besin yapandır.” Ve yine Kur’ân’dan aldığımız ders ile, Yaratıcıyı kabul etmeyip güneş ışığının besini yaptığını iddia edenlere, yani sonucu sebebin yaptığını ileri sürenlere diyeceğimiz söz şudur: “Haydi, güneş ışığını alın; Yaratıcının koyduğu düzeni kullanmadan, meselâ ağaç yaprağını kullanmadan, ona besin ürettirin. Veya herhangi bir iş yaptırın. İsterseniz, yalnızca güneş ışığını değil, bütün sebepleri toplayın, bir sonuç çıkarın. Allah’ın koyduğu düzene tâbi ol­madan; meselâ, bir sinek yumurtasını kullanmadan,-madem sebepler yapıyor di­yorsunuz-bütün sebepleri toplayarak bir sinek de siz yapın. 15
“Sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamaz­lar. Sinek onlardan birşey kapacak olsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, is­tenen de...” 16
“Açıkçası, sebepler yaratamazlar. Çünkü kendileri yaratılmaktadırlar. Sebepler yalnızca Yaratıcıyı tanıtan birer âyettirler, vesiledirler.” 17
Kur’ân tevhidi isbat eder
Kâinatın yaratılışı bir düzen içerisindedir. Bu düzen gereği, mahluklar hep aynı şartlar altında vücut bulur. Bu şartlar, bir mahlukun bir başka mahluk ile her zaman beraber vücut bulması sonucunu doğurur. Bu beraberliği biz sebep-sonuç ilişkisi şeklinde gözlemlemekteyiz. İnsanların dikkat etmedikleri, ülfet ve gaflete kapıldık­ları zamanlarda, bu sebep-sonuç ilişkisini birlikte yaratılmışlıktan çıkarıp, sebeplerin sonuçları yaptığı saplantısına kapılmaları ihtimali çok yüksektir. Sebebi de, sonucu da yapan Allah olduğu halde sebeplerin sonuçları yaptığını zannetmek, zehaba ka­pılmaktır. Yanlış bir düşünceye saplanmaktır. “Kâinatı Allah yarattı” denilse dahi, sonuçların sebeplerin eseri olduğunu iddia etmek, bilerek veya bilmeyerek, Allah’a şirk koşmaktır. İnsanları bu korkunç hataya düşmekten alıkoymak için, Kur’ân’da sürekli Allah’tan başka ilah özelliklerine sahip hiç kimsenin ve hiçbir şeyin bulunma­dığı; ne ad altında olursa olsun, hiçbir sebebin yapıcı, yaratıcı, rızık verici, suyu gökten indirici, yerden bitkiyi bitirici.. gibi vasıflara sahip olmadığı açık ve net ifade­lerle vurgulanır.
“De ki: ‘Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler ya­ratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kim kâinatı yerli ye­rince tedbir ve idare eden?’ Onlar diyecekler ki, ‘Allah’tır.’ Öyleyse, ‘Hâlâ Ona or­tak koşmaktan korkmaz mısınız?” de. (bkz. 10: 31). 18
Kur’ân baştan sona bu dersi vermektedir; çünkü, şirk düşülmesi muhtemel en ciddi tehlikedir. Gökleri, yeri ve hepimizi yaratan bir Rabbin varlığını hiçbir akıl sa­hibi inkâr edemez. Onun için şeytan bizi öncelikle inkâra değil, şirke düşürmeye çalışır. Kur’ân ise baştan sona şeytanın bu desisesine karşı bizi uyarmakta ve geniş tevhid yolunu takibe çağırmaktadır.
Madem Kur’ân en başta bunu ders vermektedir; Kur’ân’dan ders alan Risale-i Nur da, aynı şekilde, en önce bunu ders verecektir. Nitekim, Risale-i Nur’da en bi­rinci dâvânın şirke giden yolları kapamak olduğu görülür. Risale-i Nur’da, sebeple­rin yalnızca kudret-i ilâhiyenin tecellisine bir perde olarak yaratıldıkları; bir sonucu yapabilecek hakikî tesire sahip olmadıkları; hakikî tesirin yalnızca Vâhid ve Ehad olan Allah’a ait olduğu her vesileyle ifade edilmesinin hikmeti de budur. Şöylesi ifa­deleri Risale-i Nur’da sık sık görmek mümkündür:
“...bütün zâhirî sebepler, yalnız birer perdedirler; îcadda da hiç tesirleri yoktur; emir ve iradesi olmazsa, hiçbir şey, hatta hiçbir zerre hareket edemez.” 19
Bir sebebin bir sonucu yaptığını iddia etmenin ne demeye geldiğini insan bir düşünürse, bunun ne kadar büyük bir yalan, 20 ve bir iftira olduğunu anlar. Her bir sonuç doğrudan doğruya Vahid ve Ehad olan Allah’ın eseridir denilmezse, o so­nucun sebebine Allah’ın bütün vasıflarını izafe etmek zorunda kalınacaktır.
Çünkü, kâinatta herşey birbiriyle bağlıdır. Bir şey, ancak kâinatın bütünü içinde var olabilir. Bir şeyi yapabilmek için, bütün kâinatı bilmek, kâinattaki herşeyi kon­trolü altında bulunduracak bir kudrete sahip olmak gerekmektedir-tâ ki, o şey tüm kâinat içinde en anlamlı, en faydalı bir şekilde yerleştirilsin ve diğer eşya ile âhenk içinde çalıştırılsın.
Risale-i Nur’da verilen bir misali kullanırsak, gözbebeğine yerleştirilen bir zerre­nin, gözdeki sinirlere, kan damarlarına, insan yüzüne, başına, gövdesine ve diğer insanlara, göz ile görülen tüm mevcudata nisbetle birer vazifesi, faydası vardır. An­cak bedenin bütün âzâsını yaratan o zerreyi gözbebeğine yerleştirebilir. İnsanın da tüm kâinatla münasebeti olduğuna göre, ancak kâinatı yaratan insanı yaratabi­lir. 21 Kâinatı yaratabilmek için sonsuz özelliklere sahip olmak gerekir: sonsuz ilim, sonsuz irade, sonsuz kudret, sonsuz merhamet vs. Kendinden başka herşeye muh­taç olan sebeplerin böyle sonsuz özelliklere sahip olmaları mümkün müdür?
Sözgelimi, bitki kendi gıdasını “üretir” deniliyor. Bitki, bunu yapabilmesi için, hangi özelliklere sahiptir? Bitkinin aklı mı var ki, o muazzam işlemleri tasarlayabile­cek? Gözü mü var ki, çevresindekileri görecek ve onlar ile âhenk içinde çalışabile­cek? Gücü mü var ki, onları emrinde çalıştırabilecek? Merhameti mi var ki, ürettiği fazla besini depolayarak, kendisini yiyecek olan diğer canlıları besleyecek? 22 Ce­vap belli: Hayır. Zavallı bitkinin ne aklı var; ne gücü, ne de merhameti.
“Onların Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları şeyler ise hiçbir şey yarata­mazlar; üstelik onların kendileri yaratılıp durmaktadırlar.” 23
Peki, bu Nobel ödülü kazanan bilim adamları bu kadar basit gibi görünen bir ha­taya neden düşüyorlar? Bilmiyorlar mı ki, şuursuz bir zerre insanları dahi hayrette bırakacak bu işleri kendisi yapamaz? Hayır, biliyorlar. Fakat, Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, “Zındık maddîyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-Vücudu kabul etmediklerin­den, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheblerine göre muztar kalı­yorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet dere­cede bir cehl-i azîm içindedir; bir echel-i mutlaktır.” 24
Sebeplerin sonuçları yaptığını söyleyenler, gerçekten sebeplere ilah özellikleri vermek zorunda kalıyorlar. Fakat bu, sebepleri yüceltip onları ilah zannettiklerinden değil, kendileri büyüklük taslayıp, emrine uymak zorunda kalacakları mutlak bir Rabbi kabul etmek istemediklerindendir.
“Onlara ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ dendiğinde büyüklük taslarlardı.” 25
“...Şerikleri ise onlara der ki: ‘Siz bize tapmıyordunuz, (şeytana ve kendi heves­lerinize uyuyordunuz). Sizinle bizim aramızda şahit olarak Allah yeter. Bize taptığı­nızdan haberimiz bile yoktu.” 26
Sebepler de, sonuçlar da Esmâ-i İlâhiyeyi gösterirler
Kâinatın düzeni, Yaratıcısını bize tanıttıracak şekilde kurulmuştur. Her sebep, bir sonuç ile birlikte, beraber, hikmetli bir tertip içerisinde yaratılmaktadır. Her sebep-sonuç beraberliğinde birçok faydalar, gayeler gözetilmektedir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, sonuçlardaki hikmetli gayeleri, önemli faydaları gösterir. Tâ ki, şuursuz sebeplerin bu gayeleri, bu faydaları amaçlayıp îcad etmekten sonsuz derecede uzak oldukları farkedilsin. Böylece sebeplerin yalnızca bir perde olduğu, bu hikmetli gayelerin ve faydaların ancak sonsuz ilim, hikmet ve kudrete malik Alîm, Hakîm, Kadîr Birinin işi olduğu anlaşılsın.
Kur’ân-ı Kerîm, sebepleri sonuçlara sahiplikten azlederek, sebep ile sonucun arasını açar. Böylece Rabbimizi bize güzel isimleriyle tanıtır. Risale-i Nur ise, Kur’­ân’ın bu usulünü takip ederek esmâ-i ilâhiyenin Kur’ân nuruyla nasıl görüldüğünü açıklar.
Uzaktan bakıldığında ufukta gökyüzü ile tepeler bitişik gibi görünür. Fakat te­peye çıkınca anlaşılır ki, gökyüzü ile yeryüzü arasında sonsuz bir mesafe vardır. Bu örnekte olduğu gibi, uzaktan, yani sorgulamadan, zahirî bir nazarla bakıldığında, se­bepler ve sonuçlar bitişik gibi görünürler. Fakat, yaklaşınca, yani kasdî bir nazarla bakıp sebebin özelliklerini sorgulayınca, gerçekte sebep ile sonuç arasında uzak bir mesafenin olduğu farkedilir. Yani, en etkili gibi görünen sebebin, en basit gibi gö­rünen sonucun yapılmasında hiçbir sûrette etken olmadığı anlaşılır. Herşey doğru­dan doğruya kudret-i ilâhiyenin birer mucizesidir. Sonucun husule gelmesi için şart olan mutlak ilim, mutlak irade ve mutlak kudrete sebebi malik değildir. Sebep ile sonucun birbirlerini etkileyecekleri hiçbir ilişkileri yoktur. Ancak Yaratıcılarının hik­metli tertibidir ki, onları yanyana yaratmıştır. Ve bu tertibin farkına varıp sonucu tesirden azledince, her bir şeyin birer “mucize” olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Tüm sebepler, birleşseler dahi, en küçük bir varlığı, meselâ sivrisineği yapmaktan acizdirler. Her bir sivrisinek, bütün sebepleri aciz bırakan bir mucizedir. Çünkü, mucize, Descartes gibi sebeplere takılıp kalan deterministlerin “sıradan” diye nite­lediği olaylar dışındaki; kâinatın umumî düzeninden hariçte kalan olaylar değildir. Mucize, “herşeyi, tüm sebepleri aciz bırakan” demektir; ve tüm sebepler en küçük bir sineği bile yapmaktan aciz olduğuna göre, herşey Rabbimizin bir mucizesidir.
İşte bunu anlamak, sebep ile sonucu bitişik, sonucu sebebin eseri zannederken düştüğümüz yanılgıdan bizi kurtarır. Bu, önemsiz bir yanılgı da değildir. Bu yanılgıyı sürdürdüğümüz müddetçe Kur’ân’ın bizi sürekli uyardığı “şirk” tehlikesine maruz kalırız. Buna mukabil, Rabbimizin isimlerini tahkikî bir biçimde tanımak, ancak bu durumdan kurtulup herşeyi doğrudan doğruya Onun sanatı ve mucizesi olarak gö­rebildiğimizde gerçekleşir.
Nasıl ki, tepeye çıkınca yeryüzü ile gökyüzü arasında öylesine büyük bir mesa­fenin olduğu anlaşılır-ki, bu mesafede yıldızlar doğar-; aynen bunun gibi, sebep ile sonucun birbirlerini etkileyemedikleri anlaşılınca aralarında öyle bir manevî me­safe açılır ki, bu “sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede Esmâ-i İlâhiyye bir yıldız gibi tulû’ eder.” 27
Kur’ân-ı Hakîm’de baştan sona bu yolun, bu usulün ders verildiğini görürüz. Ri­sale-i Nur da bu Kur’ânî usulü aynen takip etmektedir. Bunu, bir örnek ekseninde sunmak, sanırım daha açıklayıcı olacaktır.
Meselâ, Kur’ân-ı Kerîm, Abese sûresinde kudret-i ilâhiyenin mucizelerini hik­metli bir tertip ile zikrederek sebepleri sonuçlara bağlar ve sonunda "Metaân lekum"(Rızık olsun...) lâf­zıyla bir gayeyi gösterir. O gaye, ardarda gelen sebepler ve sonuçlar içinde, o ga­yeyi gören ve kasd ile takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve o sebeplerin O Mutasarrıfın perdesi olduğunu isbat eder.
“İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik. Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.” 28
Risale-i Nur’da, meselâ bu âyetlerin verdiği ders ile, sebep ile sonucun arasının nasıl açılacağı, açılan bu aradan nasıl Esmâ-i Hüsna’nın tulû’ edeceği şu şekilde açıklanır:
“Evet, "Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye"(Abese Sûresi, 80:32) tabiriyle, bütün esbabı, îcad kabiliyetinden azle­der. Manen der: ‘Size ve hayvanlarınıza rızkı yetiştirmek için su, semadan geli­yor. O suda, size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebatatiyle açı­lıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı dü­şünüp merhameten size meyveleri hububatı yetiştirmekten pek uzak olduğun­dan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini on­lara takmış, zîhayatlara uzatıyor.’ İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm gibi çok esmânın matla’ları görünüyor.” 29
Özetle:
“Müsebbebata (sonuçlara) takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedâhe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerîm’in, bir Hakîm-i Rahîm’in işleri olduğunu gös­terir. Çünkü; şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görü­yoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-ı Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor... Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zinetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bil­dirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâl’in vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdir­mek sıfatlarına kat’iyyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bil­bedâhe Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîr’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
“Elhasıl:
“1. Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb (sonuç) ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder.
“2. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîm’in eline teslim eder.
“3. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler kendi kudretini zîşuur­lara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîm’e işaret eder.” 30
Kavram haritası
Sonuç
Kâinat, Yaratıcısını bize tanıtmak için vardır. Düşünen insanlar, mevcudatın ya­ratılış biçimine bakarak, Yaratıcısına ait özellikleri bulabilirler. 31 İnsan, kendisinin ve etrafındaki mahlukatın nereden gelip nereye gittiklerini ve ne vazife gördüklerini merak edip cevabını arayacak duygularla donatılarak yaratılmıştır. Kâinat da bu so­rulara cevap verecek şekilde düzenlenmiştir.
Madem her bir mevcudu anlamlı, san’atlı, sevimli ve birçok yararları haiz olan şu kâinat, Yaratıcısını güzel isimleriyle bize tanıtıyor; öyleyse, mü’minler kâinatı en ince detayına kadar incelemeli, onunla Rablerini tanımalı, yaratılışlarındaki hikmete ve maksada uygun hareket etmelidirler. Gerçekten, insan Rabbini tanıyıp yalnız Ona şükredip ibadet etmek için yaratılmıştır. 32
Kâinatın şahitliğiyle Rabbini tanıyan kimse, kâinat ile olan günlük ilişkisinde dahi, sebeplerin etkisiz olduğunu bildiğinden, doğrudan doğruya sebeplerin Yaratıcısına müracaat ettiğinin bilincinde olur. Onun sebeplere başvurması, sebeplerin Yaratıcı­sına yöneltilmiş bir dua mahiyetindedir. Tarlasını süren çiftçi, bu bilinç ile aslında Rezzak ve Rahîm olan Rabbinin kapısını çalmaktadır. Onun gözünde, yalnız insanlar dua etmez; Allah’ın birşeyi yaratırken görevlendirdiği tüm sebeplerin birarada bu­luşmaları dahi mevcudatın Rablerine karşı dualarıdır. 33
Bu anlamlı, hikmetli kâinatı materyalistlerin ellerine bırakıp, “bilimsel çalışma” adı altında, kâinatı anlamsızlığa, hikmetsizliğe, tesadüfe mahkum etmelerine mü’­minlerin göz yummaları büyük bir cinayettir. Mü’min, kâinatı eline almalı, onu bir kitap gibi görmeli ve “kâinat kitabının mânâlarını talim eden” 34 Kur’ân’ın rehber­liği altında, onu Rabbinin adına okumalıdır. Mü’min için “bilimsel araştırma” budur. Hangi bilim dalında çalışırsa çalışsın, sebepler ile sonuç arasındaki manevî mesafeyi açmak ve bu mesafede kendilerini apaçık gösteren Allah’ın Güzel İsimlerini görmek ve göstermek, Kur’ân’ın hikmetine tâbi olan her mü’-minin görevidir. Yukarıda çı­karılan kavram haritası, bu çalışmanın iskeletini göstermektedir.
Kâinatın en küçük biriminden en büyüğüne kadar-partikül, hücre, bitki, hay­van, insan, yeryüzü, deniz, gezegenler, yıldızlar, vs.-herşey araştırma konusu edinilmeli ve bir “mi’rac-ı marifet” 35 (marifetullaha ulaştıran bir vesile, 36 bir merdiven) olarak değerlendirilmelidir. Bu araştırmalar esnasında insana hizmet ede­cek teknolojik keşifler olacaktır. Bunlar birer ikram-ı ilâhî olarak görüleceği için şükre vesile olurlar. Ancak böyle bir “bilimsel araştırma” insanlığa Rabbini tanıtarak hem bu dünyada ve hem de âhirette saadet vesilesi olur.

Yazarin Diger Bazi Makaleleri

Materyalist Bilim: Negatif Bilim
Kur’ân'î Bir Bilim Arayışı
Kâinat Materyalizmin Mülkü Değildir
Fizik ve Ötesi

____________________
1 Dr. YAMİNA BOUGUENAYA MERMER (Araştırmacı-Yazar)
1958’de Cezayir’in Oran şehrinde dünyaya geldi. Cezayir Üniversitesi Teorik fizik bölü­münden mezun oldu.
Akademik çalışmasını ilerletmek için gittiği İngiltere Durhan Üniversitesinde 1982’de maste­rini, 1985’te de “Partikil Fizik” üzerine doktorasını tamamladı.
Dr. Ali Mermer’le evli olan Yamina Mermer iki çocuk annesidir.
2 Risale-i Nur’un hemen hemen her yerinde Muhammed (a.s.m.)’ın insanlığa “okumayı” öğreten bir muallim olarak vazife yapmasına işaret edilmiş veya onun öğrettiklerinin ışığı altında mevzular tahlil edilmiştir. Özel­likle 19. Söz; 19. Mektup; 11. Söz; 22. Söz, Birinci Makam, Onbirinci Bürhan; 24. Söz, Üçüncü ve Beşinci Dal’a bakınız.
3 Âli-İmrân, 190
4 bkz. 7: 195.
5 23. Lem’a, Birinci Yol.
6 “Onlar hiçbir şey yaratamayan ve kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah’a ortak koşuyorlar? Ortak koştukları şeylerin ise, ne onlara bir yardımda bulunmaya gücü yeter, ne de kendi kendilerine bir yardımı dokunur.” (bkz. 7: 191-192).
7 5. Şua, Birinci Makam, Üçüncü Kelime. Ayrıca bkz. 17: 42; 21: 22.
8 Risale-i Nur’un her yerine yayılmış olan bu anlayışı aşağıdaki cümleler özetler: “Esbâb-ı zâhiriyeyi peres­tiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, ‘iktiran’ tabir edilir, birbirine illet zannet­meleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vü­cudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, bir tek şartın ademiyle olur.” (17. Lem’a, Onüçüncü Nota, Dördüncü Mesele).
9 Bu tartışmanın temelleri Risale-i Nur’da 26. Mektup, Birinci Mebhas’ta ve Dördüncü Mebhas, Altıncı Mesele’de, “Şeytanla Münâzara” adı altında detaylı bir şekilde izah edilmektedir.
10 “O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi...” (bkz. 14: 32). Ayrıca bkz. 2: 22; 6: 99; 16: 65; 35: 27; 43: 11; 50: 9.
Risale-i Nur’un esas dâvâlarından biri olan sebeplerin sonuçları yapmadığı meselesi özetle şöyle ifade edilir: “...doğrudan doğruya müsebbebi, sebep ile beraber halkederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göster­mek için, bir tertip ve tanzim ile zahirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle...” (23. Lem’a, Üçüncü Kelime, Üçüncü Muhal).
11 bkz. 48: 23; 30: 30; 33: 62; 35: 43.
12 Ayrıca bkz. 27: 64.
13 bkz. 2: 258.
14 “Allah, hareket eden her canlıyı bir çeşit sudan yaratmıştır.” (bkz. 24: 45). Ayrıca bkz. 22: 5; 86: 6; 2: 164; 21: 30; 16: 66; 25: 54 vs.
15 “Bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mîzan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramaz­lar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramaz­lar. Öyle ise; bilbedâhe esbab, bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.” (26. Lem’a, Onbirinci Rica). Ayrıca, 32. Söz’de bu konu uzun bir temsil ile ikna edici bir şekilde anlatılmaktadır.
16 bkz. 22: 73.
17 Kur’ân’da mahlukatın âyet olduğunu bildiren çok sayıda âyet vardır. Meselâ, 2: 164’e bakınız. Sebep­lerin birer âyet olarak Rabbimizi tanıttığı, Risale-i Nur’un umumunda anlatılır. Örnek olarak, her bir zerrenin âcizliği ile beraber pek büyük vazifeleri yapmakla Vâcibü’l-Vücudun varlığına şehadet ettiği gibi, cansız ol­duğu halde hareketlerinde şuurluymuşcasına kâinattaki umumî nizama uygun hareket etmesi ve her bu­lunduğu yerde oraya mahsus düzene tam uyması ile de Vâcibü’l-Vücudun vahdetine nasıl şehadet ettiği­nin anlatıldığı 22. Söz, İkinci Makam, Dördüncü Lem’a, Üçüncü Pencere, ve 30. Söz, İkinci Maksad, İkinci Nokta’ya bakınız.
18 Ayrıca bkz. 13: 16; 29: 61; 39: 38; 43: 9 ve 15, 43: 87; 12: 105-106.
19 15. Şua, Birinci Makam, Onbirinci Kelime; Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar mukaddemesi.
Risale-i Nur’daki şu veciz ifade esbabın konumunu açıkça belirlemektedir:
“Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab ellerini çeksinler, te’sir-i hakikiden. (11. Şua, Onbirinci Mesele).
20 bkz. 10: 66; 6: 116; 53: 23; 16: 105.
21 bkz. 30. Söz, İkinci Maksad, İkinci Nokta.
22 Kur’ân’da Allah’tan başka sebeplerin tesiri olmadığını göstermek için, sebeplerin kendilerinden hiçbir özelliğe sahip olmadıkları ve hiçbir talebimize kendiliklerinden cevap veremedikleri değişik vesilelerle ifade edilir.
“Yoksa onlar bir Yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur.” (bkz. 52: 35-36).
“...İşte Rabbiniz olan Allah O’dur; bütün mülk O’na aittir. O’ndan başka ibadet ettikleriniz ise, bir çekirde­ğin zarına bile sahip olamazlar. Dua etseniz duanızı işitmezler. İşitseler de cevap veremezler...” (bkz. 35: 13-14).
Ayrıca bkz. 13: 14; 56: 63-64; 56: 68-69; 7: 194; 88: 17-20; 20: 35; 46: 4; 26: 72-73; 40: 20 vs.
23 bkz. 16: 20.
24 30. Söz, Birinci Maksad, ve İkinci Maksad, İkinci Nokta.
25 bkz. 37: 35.
26 bkz. 10: 28-29.
27 25. Söz, İkinci Şule, İkinci Nur, Yedinci Sırr-ı Belâgat.
28 bkz. 80: 24-32.
29 25. Söz, İkinci Şule, İkinci Nur, Yedinci Sırr-ı Belâgat.
30 33. Söz, Yirmiyedinci Pencere.
31 bkz. 3: 191 vs.
32 bkz. 51: 56.
33 24. Mektup, Birinci Zeyl, Birinci Nükte.
34 25. Söz, Üçüncü Şule, İkinci Ziya.
35 33. Söz, Onsekizinci Pencere.
36 Kur’ân bize böyle bir vesileye teşebbüs etmeyi emreder. Bkz. 5: 35 ve 17: 57.

Allah Bilinebilir mi, Tarif Edilebilir mi?(Fethullah Gülen)

Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izâfîsinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.

Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzûda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misâlle anlaşılır hâle getirebiliriz:Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütâlâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zâttır, böyle bir zâttır" ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdîk; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zâta bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul akletme, anlama diyoruz.

Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, sâniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizâzı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nisbetde bir şeydir. O'nun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın "Allah için görülmüyor? Nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemmiyet ve keyfiyet izâfe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muâllâdır. n) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O'nun varlığına nisbetle mikroskobik birşey bile olamaz. Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak!! Allah, Allah olduğu için, O'nun tâbiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...
Kelâmcı: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, onun verâsının ve verâsının verâsındadır. Ve sen, dâima seni saran perdelerle âdetâ bir fanus içindesin..."

Descartes der ki: "İnsan, herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan birşey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhidir. Binâenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihâta edemez.

Alman edibi Goethe: "Seni binbir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü sen, hertürlü tavsifin verâsındasın" sözüyle, bu mevcûd-u meçhûlu anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrâk edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebîlerin ta'limine uyup öylece inanmalısın!..

Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Allah i aradım da bulamadım" hezeyânıyla fen ve felsefe nâmına dalâletlerini izhâr ederler.

Allah öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun mi'racında seyr-i rûhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarûrî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdânî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zuhul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâğatlı lisaniyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden",
Hazret-i Hakkı


Bu misâli, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yânî, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça, tecelli-i zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkât esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.

Görülüyor ki Zât-ı Bârî hakkında, bizim "ma’rûfumuz" ve "malûmumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdâna bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle ma'lûm, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifâdesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma i-ûf" ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.

Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef âli ve icraatına dâir verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.

Öyle ise, ahd u peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzûmesi arasında va'zettiğin şürimsi âhengi, rûhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüzbinlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz.(tr.fgulen.com)

Monday, December 12, 2005

KULLUK İÇİN MARİFET MARİFET İÇİN KULLUK(1)

Bu yazıda Bediüzzaman’ın insanın esmaya dolayısıyla marifetullaha -yine kendinden yola çıkarak- ulaşması ve bu bağlamda kulluğunun marifetine katkısı üzerinde durulacak.

Önce ibadet ve marifet ile ilgili şu iki ifadeyi göz önüne alalım.

-Cenab-ı Hak esmasıyla ma’ruf, sıfatlarıyla muhit, zatıyla da mevcud-u meçhuldür. (Marifete Esma-i İlahi yolu ile ulaşılıyor)

-İbadetin manası, Dergâh-ı İlâhîde abdin kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmesidir. (Bu da kulluğun tanımı)

Şimdi bu iki tanımlamadan yoa çıkarak mevzuyu inceleyelim.


33. Söz’ün 31. Penceresinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir aynadır.
Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle aynadarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdanı daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci vecih aynadarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine aynadarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, "Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder," ve hâkezâ...
Üçüncü vecih aynadarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye aynadarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevahiriyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.

Bizim burada ortaya koyacacağımız ibadetin bu üç vecih ayinedarlığıkla ilişkilerini incelemek olacak..

Birinci Vecih ayinedarlık insanın aczini, fakrini, zaafını ve kusurunu idrakiyle mümkündür..İlmi idrakin fiili idraki desteklemesi ile tam idrak elde edilebilir. Evet tam bir kulluk ile insan aczini ve fakrini hissedebilir. Yoksa aczini idrak eden vicdan Kadir-i mutlaka yönelir de insan kavli ve fiili duası ile kulluk yapmazsa ikilem içerisinde kalır. Ve marifet şuaları tam tele’lü etmez..

Vicdan noktai istinad ile ve nokta-i istimdat ile nihayetsiz acz ve fakr yarasının ilacı olan kulluğa yönelirken, bir Kadir-i Mutlak’a Bir Rahim-i Mutlaka yönelirken insan kulluğu terkederse aczini ve fakrini görmeyip Kendini aldatırsa Marifete ulaşamaz. Eğer anahtar ile kilitin uyumu gibi vicdanın Kadiri Mutlaka, Rahim-i Mutlaka yönelmesine fiiliyle tasdik ederse marifet yolu aydınlanır..
Evet marifet insanın aczini anlamasına ve ikrarına bunu kavli ve fiili ile göstermesine bağlıdır. Bunun adı da zaten kulluktur. Bu ayinedarlıktan haberi olsun olmasın insan ayinedir. Acizdir ama güneşler emride, fakirdir ama kainat hizmetinde. Demek bir Kadir-i Mutlakın emriyle nimetleniyor. İşte kulluk yapan insan kendine yakışanı yapıyor. Ama gururlanan ve insanlığının manasından haberdar olmayan kulluğu terkeden insan da hatta hayvanları da güldürecek bir halde yaşıyor. İnsan aczini, fakrini ve kusurunu idrak ettiği derecede O’nun Kudretine ayinedadır.. Bu noktada zirveleri yakalamak çok önemlidir.. Tam rezonans olmak tam idrak ancak kullukla olabilir. Fiili, düşüncelerini reddederse yaşadığı gibi düşünmesi kaçınılmazdır.. Aslolan kulluğun deme damara kadar işleyip marifetin hakkalyakinine ulaşmaktır.. Eğer fiilen ve amelen kulluk yapmazsa aczini idrak etse bile ilmel yakinin ancak birinci basamağından öteye geçemez ve bu duruş tehlikeli bir duruştur. Kayma noktasına çok yakın bir mevkidir.

İkinci Vecih Ayinedarlık ise insanın kendi cüzi fiilllerinin Cenab-ı Hakk’ın Külli fiillerini anlama noktasında bir kıyas aleti olarak kullanılmasıdır.

Kıyas çok önemlidir, ilmin bir aletidir. İnsan bilmediklerini bildiklerine kıyas ederek tarif eder. Mesela fili tarif ederken burnu hortum gibi kulağı yelpaze gibi bacağı sütun gibi dersiniz.. Veya boyutlarını rakamlarla ifade edersiniz. Rengi için bir referans kullanırsınız. Fakat Vacib-ul Vücud-un vucudu mümkine-yaratılmışlara- benzemediği gibi fiiilleri ve fiilerinin dayandığı isimleri de mümkine benzemez, namütenahidir. El Acz-u anil idrak-u idrakun sozunu soyleyen ancak idrak etmenin yolundadır.

Ve kıyasta vartalar vardır.. Vacib mümküne kıyas edildiğinde bazı sapıklıklar doğabilir. O yanlış kıyas ile Cenab-ı Hakkın hem bir olup hem kainat çapındaki işleri idaresi ve her şeye şah damarından yakın olması anlaşılamaz.. O’nun sıfatları nuranidir.

Halikın efalinin mübaşeretsiz olduğunu idrak edememenin sonunda Halik’ı inkar vardır.İnsanoğlu bir şeyi yaparken illla dokunarak yapar. Hem HAlik-ı kainat bir olacak hem umum kainatın aynı anda futursuz tedbirini görecek.. Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Bir başka yanlış kıyastan O’nun Kainat-ı yaratmasını bir ihtiyaca bağlama çıkabilir. Çünkü biz her şeyi bir ihtiyaçtan dolayı yaparız. Bu da insanı sapıklığa götürebilir.

Bediüzzamanın ifadesiyle Cenab-ı Hakka malum ünvanı ile bakarsan münker olur. Yani O da bilinebilir nasıl ki mevcudat bilinebiliyorsa.. derse insan O’nu inkara adım atmış olur..

Doğru kıyas çok önemlidir.. Bir eczacı olarak nasıl şu eczahanedeki ilaçları yapıyorsam Halık da şu eczahane-i kübradaki mükemmel ilaçları yapıyor deyip, kendi cüzi sınırlı sıfatlarımızı basamak yapıp Cenab-ı Hakkın namütenahi sıfatlarını anlamak doğru kıyas demektir. Burada kendi cüz-i fiillleriyle Cenab-ı Hakkın Külli fiillerini kıyaslama vardır. Ama bunun da bir usulü vardır. Önce bir sınır çizecek insan..Mesela malikiyeti idrak noktasında diyecek ki şurdan şurasına ben malikim. Malikiyetin ne olduğunu anlayacak önce.. Sonra kainattaki hakiki malikiyeti anlayacak bu cüzi malikiyetiyle Kainattaki büyük malikiyeti kıyaslayarak.. Sonra kendinin de bu malikiyetin bir parçası olduğunu idrak edip kendi cüzi malikiyetinin Külli malikiyeti anlamak için verilmiş olduğunu idrak ile çizdiği sınırı kaldıracak..Bu şekilde kendi ilmi hikmeti ve kudreti ile Saniin Sonsuz İlim, Hikmet ve Kudretine ayinedarlık yaptığını anlar.. Enenin bu vazifeyi yapması onun kulluğunu takınmasıyla mümkündür. Yani bu çizgiyi silmesi kullukla olur. Kendi aczini ve fakrini kusurunu idrak eden insan bu çizgiyi siler ve Kainatın Sahibinin Esma ve sıfatlarının nurani gölgesine sığınır. Yok eğer kulluğunu idrakten uzaklaşır, kendine verilen Rububiyetin mevhum olduğunu anlamazsa, verilen sıfatların O’nun sıfatlarını anlamak için verildiğini anlamazsa ve kendisine vücut verirse, yani bizatihi kaim olduğunu düşünürse, ilmine kudretine güvenirse, kendine malik olduğunu zannederse, her şey de kendine maliktir diyecektir. Bu noktada kainattan gelen marifet şuaları –yani nizam, intizam, hikmet, adalet, birlik, beraberlik delilleri- o ene karadeliğinde kaybolacak, yani afaktaki delillerin enfüste tasdikçisini görmediğinden her şeyin O’nun esmasının ayinası olduğu hakikatinden uzaklaşacaktır. Ben kendime malikim diyecek. Adeta bir firavn olacak. Her şey kendine malik. Eşyayı da sebepler yapıyor diyecek. Ve marifet yolundan sapıp dalalet çukurlarına düşecek.

Üçüncü vecih ayinedarlıkta Esma-i ilahinin bir halitası olan insanın kainat kütüphanesindeki diğer kitapların bir fihristesi olarak Esmanın bir nakş-ı azamı olarak arz-ı endam etmesi ve bu şekilde kendini okuması ve okutturması ifade ediliyor.

23. Sözde denildiği gibi iman bir intisaptır. İman ile insan üzerinde tecelli eden nakışları okutur. Mü’min şuur ile okur ve o intisapla okutur deniliyor. Antika bir sanat demirciler çarşısında sadece demiri itibariyle kıymet görürken sanatkarına nisbet edilerek satılırsa kıymeti birden bine çıkar. Cenab-ı Hakk’ın masnuuyum diyen insanın kıymeti kendinde tecelli eden esmaya göre olur. Kıymeti kendinden değildir. Eğer o nisbet kesilire üstündeki manidar nakışlar okunmaz. Sani unutulsa Sania müteveccih manevi yönler anlaşılmaz. Kıymeti sadece et ve kemik olarak kalır. Ayinedarlığı gizlenir.

Evet bir mü’mini yakarış içinde gören bir insan, artık o mü’mini nerede görürse görsün yakarış halindeki tablo karşısındadır. Ve o mümin görünmesiyle Rabbini hatırlatır, intisabını gösterir.. Fiil ve davranışlar rızası istikametinde olduğu sürece ne nisbette mü’min O’nu hatırlatır. Kulluğu nisbetinde fiil ve davranışlar kemale erer. Kulluğu nisbetinde Rabbini hatırlatır. En büyük kullar peygamberlerdir ve Peygamberler Sultanı Hz. Muhammed Mustafadı(asm) O’na en büyük kulluğu yapan en büyük ayinedardır. İman bir intisaptır. Kullluk ta o intisabın görüntüsüdür. O intisapla nakışlar okunur yani marifete ulaşılır..

HAŞİR(1)

HAŞİR MESELESİNİ DAHA İYİ ANLAMAK ESMAYA BAĞLI

Haşir risalesinin sonunda ‘Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın İsm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiyle zahir olan ef'âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat'î iz'ân ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Sözde feyz-i Kur'ân ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur’ buyuruluyor..

Evet Üstad Hazretleri de Haşir risalesinde bu metodu takip etmiş. Her bahiste once bahse konu olan esmasıyla Rabbimizi tanıtmış ve biz de O esmasıyla Cenabı Hak marifetine seviyemize göre pencere açınca o pencereden meselesi güneş gibi aklımızı ve kalbimizi aydınlatıyor..

Mesela Haşir Risalesinde Adalet bahsi var. Önce Adaletiyle Cenab-I Hakkı tanıtıyor.. Ve okuyucu Ya Rab sen ne kadar Adilsin diyor.. Ve adaletin mertebelerinde dolaşıyor.. Çünkü önemli bir mesele Esmada mertebenin olduğunun anlaşılması ve O’nun isimlerini en yüksek mertebeleriyle tanımak bir başka deyişle O’nu adl isminin penceresinden azam mertebede tanımak.

Evet Adalette mertebeler var… Bir hakim adildir ama adaletinin derecesi nedir.. Yani bir menfaat ve korku veya bilgisizlik onun kararını etkileyebilir.. İlminin derecesine göre adaleti üst mertebededir..

Herkes emri altındakilere adaletli davranabilir.. Ama Mutlak adaletli davranabilir mi.. Adalet her hak sahibine hakkını vermektir.. Gözün hakkı görmektir.. 150 milyon km uzaktan güneş gönderilmiş göz için.. Kulağın hakkı duymak.. Midenin bütün ihtiyaçları karşılanmış.. Her hücrenin.. İhtiyaçları karşılanmış .. Yani hücreyi koruyan zardan, üremesi için gerekli çekirdeğine enerji ve yiyecek depolarına kadar. Bir hücre devletinde nasıl adaletle işler dönüyor.. Canlılar aleminde de öyle adaletle işler dönüyor.. Ekolojik denge karbon devri azt devri . Bir canlıda., bir nevde ve bütün nevlerdeki adaleti beraber görmeli insan.. Adaletin bir başka manası dengedir.. Rahman suresinde bu mizana 4 defa işaret ediliyor.. Denge yani hak sahibine hakkını verme.. Bir hücre ne kadar çoğalmalı ise o kadar çoğalıyor daha fazla çoğalmıyor yani kanserli hücre olmuyor.. Aynı dengeyi şimdi sadece bir atoma bakarak düşünün.. Atomun parçaları arasındaki muhteşem denge, her parçanın içindeki muhteşem denge.. Şimdi nazarınızı bütün atomlara çavirin.. Kainatın her köşesindeki Muhteşem denge.. Evet doğru bakış açısı yakalanınca Her şeydeki O’nun Adaletinin tecellisi görülüyor.. Kainatta sadece O’nun adaleti görünüyar.. Rabbim sen ne kadar Adilsin.. Senin Adaletini idrakten aciz olduğumuz söylemek senin adaletini idrak ettiğimizin emaresi sayılabilir..

30 Lema da.. - Önce kainat bir şehire benzetiliyor.. Şehirdeki büyük tahavvilat ve masarifin ölçülü olması nazara verilip ancak herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülebileceğini söylüyor

- balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla nasıl dengeyi bozmuyor
- nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla nasıl istila etmiyor
- Hava nasıl zararlı gazlarla kirlenmiyor
- cesed-i hayvânînin hüceyrâtından
- kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan
- zerrâtın tahavvülâtından
- cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden
- denizlerin vâridat ve masarifine,
- zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına,
- hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına,
- güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına,
- unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına,
- mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar
- Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri
- Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor. denilerek zerreden şemslere kadar her mekandaki adalet nazara veriliyor..

Rabbimizin Adaleti Kainatı kaplayan azam mertebesiyle akıllara ve kalplere sunulduktan sonra Evet Adil olan Rab elbetteki haşri yaratacaktır hüküm cümlesi konuluyor…

Evet Adil olan demek zerre kadar zulum yapmayan demek. Ve Haşri inkar etmenin Kainatı da inkar manasına gelecegini ifade ediliyor.. Çünkü kainatta herşey onun adaletinden tecellisi ile varlığını sürdürüyor.. Bir an o Adl ismiyle tecelli etmemiş olsa kainat yok olurdu. Hücreler atomlar paramparça olurdu..

Bu netice içinde şu argümanlar kullanılıyor..
- Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmâne muhafaza eden bir adalet acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi.
- Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin?
- İsraf adalete zıt.. Ahiretin yaratılmaması dünya ve içindeki her şeyin israfı manasına geliyor.. - Zalim zulmüyle mazlum da mazlumiyetiyle öbür aleme gidiyor demek bir mahkeme-I Kübra ya bırakılıyor..
- İnsanı kainatın sultanı yapsın sonra ona Onun en büyük ihtiyacı olan saadet-I ebediyeyi vermesin..Bi nevi zulüm yapsın..
- İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve nisbet, hebâ olup gider 29. Söz

Evet 10. Sözün Hatimesinde de Kuderet bahsi var.. Aynı şakilde 29. Sözün Medar larından sonra ‘Haşre muktazi vardır ve Fail muktedirdir’ denilerek Cenab-I Hakkın Kudreti nazara veriliyor..

Kudret bahsi çok önemli.. Her ismin ahirete bakan yönü var. Ve isimler birleşerek Ahiretin vücudunu güneş gibi hatta kör gözlere de gösteriyorlar.. fakat Rabbimizin Kadir isminin azam mertebede anlaşılması ile mesele daha beraklaşıyor… Bu bakımdan Kudret bahislerinin anlaşılması çok önemli.. Evet Fail muktedirdir.. Öyle ki o kudrete göre baharı halkatmek bir çiçeüi halketmet gibi cenneti halketmek de bir baharı halketmek gibi..

-O emr-I Kün feyekune sahip. Ol deyince oluyor.
-Kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyleyse acz tahallül edemez.
-Kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Öyleyse mevâni tedahül edemez.
-Hem nisbeti kanunîdir. Öyleyse, cüz, külle müsavi gelir; ve cüz'î, küllî hükmüne geçer.

Nihayetsiz hazineleri olan bir sultanın muti hizmetkarı bir bardak su istese sultan vermez mi. (Evet Bill Gates ten çocuğu bir windows yazılım programı istese elbette verir..)

Haşre muktazi Esma adedince, Esmanın tecelliyatı adedince, Mahlukatın sayısı adedince.. Fail ise muktedir. O ol deyince oluyor..

En küçük bir mahluk Rabbim ben ve sevdiklerim için cennet dese elbette ki O adili mutlak vermemek suretiyle istemeyi vermesine karşı zulüm yapsın.. Rahmetinin muktezasının zıddıyla muamele etsin… Haşa .. Zulmüyle giden zalime cezasını elbetteki verecektir.. Mahlukatın Cenab-I Hakkın esmasıyla irtibatını görmeyen onları küfran perdesine atan, kainatı esma ayinedarlık makam-ı alisinden hiçlik derekesine indiren kainata karşı zulüm işleyen Kafir için elbete ki ebedi cehennemi yaratacaktır.. Çünkü en küçük bir sebep haşrin yaratılması için yeterlidir.. Tabii bu nokta tekrar etmek lazım kudret bahsini anlamaya bağlı. Kudret bahsi de ancak tevhid bahsinin anlaşılmasıyla mümkündür.. Yoksa Cenab-I Hakkın kudretinin delili olan şu muhteşem düzeni esbaba ve tabiata verenler O nun kudretini anlamaktan çok uzaktırlar.. Kainata manay-I harfiyle bakmayan vücudu O ndandır demeyen, Elbetteki O kudreti anlayamaz.. Kendi nefsinde bir güç gören elbete ki enaniyet saikasıyla o tevhidden ve Ve o kudreti anlamaktan uzaktır..

1.SÖZ’ün Hatırlattıkları

Mevcudatın Lisan-ı Hali ile virdi Zebanı dır. Bütün fenler herşeyin mükemmel yaratıldığının göstergesi.. Sadece karbonla ilgili organik kimya kitapları cilt cilt.. Gözü öğrenmek için şu kadar sene tıp okuyacaksınız ama yine de bilim bu gün gözü tam olarak keşfedemedi. Herbir zere üzerindeki sanatlar ile mükemmellik dilleriyle atomları adedince Bismillah diyor.. Atomlar partükülleri adedince bismillah diyor... Kör sağır cahil bir adam bütün fabrikalara gidiyor ve mükemmel işliyor..Elbette kendisini işleteni gösterir..

Herşey herşeye muhtaç.. Bitki böceğe böcek bitkiye havaya güneşe.. Güneş muhteşem bir hızla diğer güneşlerle beraber hareket ediyor.. Muhteşem bir nizamın parçası.. Herşeyin ihtiyacının umulmadık elinin yetmediği yerden her.şeye gelmesi lisanı hallariyle Allah namına hareket etmelerini gösteriyor.. Yavrulara sütün annelerden verilmesi Güneşin 150 milyon km den gönderilmesi

Allahın kanunlarına uyarak hareket ediyorlar Onun izni ile hareket ediyorlar. Yıldızların trafiğini ayarlayan ekolojik dengeyi ayarlayan İnsanın vücudundaki dengeyi ayarlayan Atomlardaki dengeyi ayarlayan.. Hiç bir şeyi haddinden tecavüz ettirmeyen.. Her şeye acziyle beraber herşeyi musahhar eden yani her ihtiyacını gören. Koruyan hayatını idame ettiren O..

Nasıl bedevi adam kabile reisinin ismiyle hareket ettiği zaman her yerde hürmet görüyor çünkü kendi gücü kudreti yok öyle de her şey nihayetsiz aczleriyle beraber nihayetsiz bir şekilde kainat emirlerinde olması... Tohumun acziyle eraber toprak su hava güneş emrine girmesi..


Hadsiz düşmanlar. Acz yarası. İnsan sinekten mikroptan korktuğu gibi gökyüzündeki yıldızların hareketinden de endişe eder.
Hadsiz İhtiyaçlar.Fakr yarası.. İnsan elma armut mevye sebze istediği gibi bütün dünyayı da versen doymuyor. Ebed istiyor ebedden ve Ebedi bir zattan başkasına razı olmuyor. İnsanın içindeki aşk ta ebed için verilmiş.. İşte bu haldeki insanın ihtiyacatı sonsuz..

İşte bu haldeki insanın Rabbi O zattır ki Emri bütün aleme geçsin Ol deyince Herşey olsun.
Evet tevekkeltü Alaallah diyen insan gemiye biner ama yükünü sırtında taşımaz. Hadiselerin dalgaları onu etkilemez..

İman hem nurdur hem kuvvettir.Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir.
İmanının kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir.

İman insanı insan eder belki de sultan eder. İmansız insan dilencilikten kurtulamaz..

İnsan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek olgunlaşmak için gelmiştir. İlim ve dua.. İlmin özü marifetullah yani vicdan bilgisi. Dua da kulluğun özü.. Ve bu iki noktaya insanı ulaştıran acz ve fakri.
Aczi ile Onun Kudretine ayinedarlık yapar fakrı ile de Gınasına yani zenginliğine ayinedarlık yapar....

Nasıl bir çocuk eli uzanamadığı şeyleri ya ağlar ya ister işte öyle de insan fiili. Veya sözlü dua eder. İnsan da bir çocuk gibi bütün kainatı aczine binaen emrine musahhar eden(güneş bi lamba hayvanlar ve bitkiler emrinde) Rabbine acz ve fakrı ile sığınır ta ki ihtiyaçlarını elde etsin ve korktuklarından kurtulsun..

Nasıl bir tek adam geldi bütün şehir ahalisini cebren işlerde çalıştırıyor..

Adam aciz. Gücünün yetmeyeceği işleri yapıyor.. Bütün ahaliyi kendine musahhar ediyor.. Demek padişah namına hareket ediyor..

Tohum--------------meyve(tohum nere meyve nere.. Tohumun aklı mı var. Fikri mi var.. Kudreti güneşe yeter mi.. Aciz şey kudretli gibi iş yapıyor.. Cahil şey sanki her şeyi biliyor)
İnek koyun----------süt (süt ne büyük mucize.. Uzmanlar araştırıyor...... Nacak buluyor..İnek ne büyük bir fabrika. Saati yapan usta vardır elbette inek fabrikasının da ustası vardır ve inek süte sahip değildir. Yan ben yaptım diyemez... Otu nerdden bilsin.. Kimyasal reaksiyonları nerden bilsin.. Sütü yapan bütün atomları bilen ve emrine musahhar eden yani itaat ettirendr.
Yumuşak kök---------taşları deliyor. Kökten bir madde çıkyor deliyor.. Kimyasal reaksiyonların sahibi kimsa atomların sahşbş de odur. Çekim yasasının sahibi kimse elektromanyetik kuvvetinde sahibi O dur.. Kainatta hiç bir kuvvet yoktur. Havl ve kuvvet O nundur..La Havle Ve La Kuvvete İlla Billah.

Esbabın içtimaı dua dır. Sebep olanlar neticeleri Allah tan istiyor.. Mevcudat bu haliyle kulluk yapıyor... Mevcudatın ibadetleri dualarıdır.. Lisanı halleri ile bismillah diyorlar.. Tohum toprak su g,neş birleşiyor... Ağaç oluyor... Birleşmeler yani beraber bulunmaları sadece duadır.. Bu küçük sebeblerden büyük netice oluyor..
Sebepler aciz, kudretsiz, hissiz
Netice nihayetsiz sanatlı, ve süslü ve kudret isteyen bir yapıda..
Ve herşey bu lisanla Halıklarını binler dille tesbih ediyor..Sen Sübhansın Sen Kadirsin Sen Hakimsin Sen Alimsin Sen Rahimsin diyorlar...

Sözlerin En Faziletlisi(TEVHİD 1)

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed(asm) !Ben ve benden önceki peygamberlerin sözlerinin en faziletlisi Lailahe İllallah tır buyurmuştur.
Yine bir hadislerinde Lailahe illallah diyen cennete girer buyurmaktadır. Lailahe illallah de kurtul O’nun(asm) teblğ cümlesi olmştur. Müslümanlığın şart-I evveli Lailahe illallah tır.
Peygamber Efendimizin Husayn ile muhaveresi de yine bu çerçevededir.
‘Bir şeyin kaybolsa kimden istersin.’
‘Göktekinden.’
………………
Göktekinden.
Ya bunca ilah nedir ya Husayn…

Kur’an daki dört ana meseleden(tevhid, nübüvvet, haşir, adalet) birincisi tevhiddir.
Başkaları da bir Yaratana inanıyorlar ama sıfatlarında hata yapıyorlar. Şirk içine giriyorlar.(Kimi mucibun bizzat diyor, kimi hayra ve şerre ayrı ilahlar düşünüyor, kimi kul filinin malikidir diyor, kimi üçleme yapıyor, kimi tabiat diyor, kanunlar diyor, ben kendime malikim diyor…..)

Kelamcılara göre tevhidin manası, Allah’ın zatında,sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğuna inanılmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuya çok farklı bir üslupla yaklaşmış ve eserlerinde tevhidi Kur’ani bir üslupla anlatmış, isbat etmiştir.

Yani nasıl Uluhiyetinde Saltanatında şeriki yoktur, Allah bir olur müteaddit olamaz. Öyle de rububiyetinde ve icraatında da icatlarında da şeriki yoktur.

İcmali ve Tafsili İman

Bir pazara büyük bir zatin cesitli mallarinin geldigini düsünelim. O mallarin o zata ait oldugu iki sekilde anlasilir: Biri icmali bilmektir ki ,´´Bu kadar cok ve kiymetli mal, ancak o zatin olabilir. Baskasinin bu mala sahip cikmasi haddi degildir´´ diye düsünür.Fakat, bu sekilde bir ilme, kisiyi süphe ve tereddütten kurtarmaz.Birisi gelip,´´Pazara gelen mal, bildigin o kimsenin degil, filan kimseninmis !´´ dese , böyle biri süpheye düsebilir, hemen o kisiye inanabilir. Ikincisi ise .tafsili olarak bilmektir. Kisi gider, her kumas ve her parca üzerinde o zatin mührünü görüp okur. Böyle bir bilgi süphe ve tereddütten uzaktir Hickimse onu aldatamaz. Birisi gelse, O mallar filan zatinmis´´ dese , hemen itiraz eder : ´´Hayir , o mallar filan zatin degil, filan kimsenin . Ben gittim, her bir mal üzerinde onun mührünü gördüm, okudum.´´ der. Icmali iman sahibi biri: ´´Bu kainati icindekilerle birlikte ancak Allah yaratmis olabilir. Allah´tan baskasi böylesine bir güce sahip degildir.´´ der. Fakat böyle bir iman sahibi ,aynen misalde oldugu gibi süphe ve tereddütten kurtulamaz.

Evet Kur'an Vahidiyyet içinde Ehadiyyete işaret ediyor. Biz gözümüzü açtıkça kainat yüzüne nazarımızı saldırdıkça en evvel nazarımıza ilişen umumi ve mükemmel bir nizamdır, ve şamil hassas bir mizandır. Görüyoruz her şey dakik bir nizamla, hassas bir mizan ve ölçü içindedir.Evet el vahidu la yesduru illa anil vahid. Bir mevcudun birliği varsa bir elden çıkmıştır. İntizamının ve mizanının derecesi nisbetinde bir elden çıktığını gösterir.

İnsan vücudu harika sistemlerin meydana getirdiği hassas ölçülerle elbette bir sanii gösterir. Beni bir yaratan vardır der. Vücudu yaratan başı da yaratandır. Çünkü baş ve vücud icad cihetinde tecezzi kabul etmez bir kül, ayrılmaz birer parçadırlar. Başı yaratan gözü yaratandır. Gözü yaratan hücrelerini yaratandır. Organaller, atom ve atomaltı parçacıklar...(hücrenin birliği beni yaratan vardır demesi vahdaniyete misal olduğu gibi hücrenin her bir organelini yaratanın hücreyi yaratandır hakikatini idrak etmemiz ehadiyyete misal oluyor. Böylelikle ifade edildiği gibi her parça üzerindeki mühür görülmüş oluyor. Bu bakış açısı ile bakıldığında kainatın binler yapraklı bir gül goncası olması hakikati de anlaşılıyor.. Kainat tecezzi kabul etmez bir küldür ve inkısamı muhal bir küllidir. BSN)

Evet sanatlı bir vücudun bir sani vardır ve O Sani vücudun her parçasını yaratandır.

İşte icmali tevhidde insan Kainatın sahibi birdir der..Ama esbaba ve tabiata parçalar verilebilir.. Mesela bazıları, yarattı sonra bıraktı.. Saat gibi kendi işliyor veya yarattı sonra sebeplere kanunlara havale etti Big Bang den sonra işler kanunlarla gidiyor diyebilir. Bu bir nevi şirktir.. Her şey Sani’in yarttığı düzene boyun eğiyor deyip düzeni putlaştırma şirki..

Her şeyin her şeyini, her an, perdesiz manisiz O her şeyi yaratan yapıyor.

İşte Bediüzzamanın risalelerinin en büyük fonksiyonu olan şirkin bütün envaını bir daha hortlamamak üzere belinin kırılmasıdır. Zannımca Ehadiyyet meselesi de Risale-i Nur'da bunun için sıklıkla geçmektedir.

Evet Vahdehu dan sonra Laşerikeleh denmesindeki bir sır da bu olsa gerektir.

Yani bazen sultan bir saltanatında şeriki-ortağı- olmaz fakat icraatında onun memurları şeriki olur onun huzuruna herkesin girmesini engellerler. Ama onun memurları bana da müracaat et diyebilirler. Ezel ve ebed Sultanının saltanatında şeriki olmadığı gibi icraatında da yardımcılara ve şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi olmazsa havl ve kuvveti olmazsa hiç bir şey hiç bir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya her şeyin her şeyini yapar.. Her şey her şeyinde her an O’na muhtaçtır.