İKTİRAN VE ÖNEMİ
İktiran iki şeyin birarada bulunmasıdır. Sebeplerle sonuçların birarada bulunmasıdır. Fakat bu birarada bulunuşu gafil insan yanlış yorumlar. ‘sebeb neticeyi yapar’ der. Halbuki sebeplere ve neticelere sathi nazarla değil de teemmülle, dikkatlice baksa insan; sebebin neticeyi yapamayacağını anlayacaktır. Ve bu birarada bulunuşun O’nun kudretini, ilmini ve sair Esmasını gösteren mükemel bir ayna olduğunu görecektir.
Bu konunun anlaşılması çok önemlidir. Çünkü Risale-i Nur külliyatının temel konusudur denebilir.
Tevhid meselesinin özü, bu sebeplerin dolayısıyla kanunların putlaştırılmasının önünün alınmasıdır.
Kader meselesinde de Mutezile ve Cebriye konusu tartışılırken bu konu üzerinde durulur. Dolayısıyla kaderi de anlamak bu konuyu anlamaya bağlıdır..
Dua meselesi dolayısıyla ‘kainattaki ibadat-ı umumiye bilbedahe bir Mabud-u Mutlakı’ gösterir-Yani her şey kulluk yapiyor demek ki bir Mabud var-(33. Söz 9. Pencere) hakikatinin anlaşılması da bu iktiran bahsinin anlasılmasına bağlıdır. Dua risalesinde Bütün kainattan çıkan bir duadır. Esbab olan müsebbebatı Cenab-ı haktan ister denilir. Dua bahsinin özü sebep netice beraberliğidir.
Haşir risalesinde ‘Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?’ 1. suretin ve Rububiyyet ve Saltanatın haşre delaletinin anlaşılması da buna bağlıdır.
Risale-I Nurun elinde Asay-I Musa olması ve nereye vursa su çıkarması meselesi de bunun ile anlaşılır. Çünkü kainatta her yerde sebep ve netice beraberliği var ve insan kainatın umumuna tecelli eden esmayı görmeye ihtiyaç duymadan bazen sinekten bazen gezegenden bazen atomda Rabbinin esmasını temaşa eder bulur. Huzuru daimi kazanır.
‘Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî'nin dediği gibi, ‘Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah'ın mârifetine dâir bir defterdir.’ herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar. Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. ‘Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır.’
düsturunu herşeye okutturuyor.
Evet ‘Her şeyde O’nun varlığına delilller vardır hakikati de bununla anlaşılır.’
Kudret bahsinin anlaşılması da buna bağlıdır.. Kainattaki muhteşem faaliyeti kanunlara ve sebeplere veren insan O nun kudretini nasıl idrak edecek ki. Çünkü her yerde karşısına sebepler ve kanunlar çıkıyor. Ve mesela atomda elektomanyetik kuvvet, nükleer kuvvet, zayıf kuvvet diyor.. Nerde kaldı La havle vela kuvvete illa billah hakikatı.
Kanun bahsinin anlaşılması da bu sebep netice beraberliğinin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü kanunlar sebep netice beraberliğinin sürekliliğinden ibarettir. Her şey bu düzene boyun eğiyor diyen adam tam şirkin içindedir. Boyun eğilen düzen. Her şey bu düzeni yaratana boyun eğiyor dese neyse. Ama öyle noktalara geliyor ki düzeni yaratanı düşünmeden bunu söylüyor. Her şey bu her şeyi düzenli hareket etirene boyun eğiyor. Halik-ı Kainat her şeyin kudretiyle ilmiyle o kadar mükemmel tedbirini görüyor ki gafil insan düzenin mükemmelliğini düzeni yaratana perde yapıyor. Düzen maddeyi hareket ettirmiyor maddenin hareketinden düzen meydana geliyor. (İnşaallah bu konu ileride daha teferruatlıca ele alınacak.)
Şimdi bu konu ile ilgili bir kaç örnek verip sizleri Risale-i Nur’da sebep sonuçlarla başbaşa bırakayım.
Sebeplerle neticeler arasında, ağaç ile meyve arasında, tohum ile bitki arasında, DNA ile Hücre arasında, atomlardaki hareket ile bileşikler, moleküller arasında bir yakınlık var.Ama bu yakınlık sebebin neticeyi yaptığını göstermez, çubuğu yaratan üzümü çubuğa takıyor ki bu kuru çubuktan bu harika üzüm meydana gelmez diye kendisini her şeyde tanıtıyor.
-Kuru üzüm çubuğu nerede üzüm nerede
-Arı nerede bal nerede
-İnek nerede süt nerede
-Atom altı parçacıklar nerede atomlar nerede
-Yıldızlar nerede muhteşem dengeli galaksiler nerede
-Plan nerede saray nerede
-Maddi vücudu olmayan akılsız şuursuz düzenli hareketin ifadesi olan formuller neredekainattaki akıl almaz faailiyetler nerede
Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet (hakiki sebep) zannetmeleridir. (17. Lema 14. Nota)
Kâinatta, esbab(sebepler) ve müsebbebat(neticeler) görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe(neticeye) kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir; müsebbepleri yapan başkadır.
Meselâ, hadsiz masnuattan, yalnız cüz'î bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mucize-i san'at, öyle bir Zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.
İşte, beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu câmi, küçücük mucizelere, sair müsebbebatı da kıyas et.
Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece harika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.
Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanıyla, dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir."
Hem nasıl ki müsebbebdeki harika san'at ve tezyinat, esbabı azledip, Müsebbibü'l-Esbab olan Vâcibü'l-Vücuda işaret ederek ‘Bütün işler O’na döndürülür.-Hud Suresi,123. ayet’ sırrınca Ona teslim-i umur eder.
Öyle de, müsebbebata(neticelere) takılan neticeler, gayeler, faydalar, bilbedâhe, perde-i esbab arkasında bir Rabb-i Kerîmin, bir Hakîm-i Rahîmin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahlûk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faydaları, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faydaları onlara gaye-i vücut yapıyor.
Meselâ yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intaç eden esbab, hayvânâtı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek, hayvânâtı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler.
Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Elhasıl:1. Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder.
2.Hem müsebbebin gayesi, faydası dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder.
3.Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.
Ey esbabperest biçare! Bu üç mühim hakikati neyle izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt, "Vahdehû lâ şerîke lehu" de, hadsiz evhamdan kurtul.(33. Söz 27. Pencere)
"İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik-size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye." Abese Sûresi, 80:24-32.
İşte şu âyet-i kerime, mucizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde ‘Metaan lekum’ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet’Metaan lekum ve lienamikum’ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor. (25. Söz 2. Şule 7. sırrı Belagat)
Bkz. Risale-i Nur'da sebep Sonuç İlişkileri.
Bu konunun anlaşılması çok önemlidir. Çünkü Risale-i Nur külliyatının temel konusudur denebilir.
Tevhid meselesinin özü, bu sebeplerin dolayısıyla kanunların putlaştırılmasının önünün alınmasıdır.
Kader meselesinde de Mutezile ve Cebriye konusu tartışılırken bu konu üzerinde durulur. Dolayısıyla kaderi de anlamak bu konuyu anlamaya bağlıdır..
Dua meselesi dolayısıyla ‘kainattaki ibadat-ı umumiye bilbedahe bir Mabud-u Mutlakı’ gösterir-Yani her şey kulluk yapiyor demek ki bir Mabud var-(33. Söz 9. Pencere) hakikatinin anlaşılması da bu iktiran bahsinin anlasılmasına bağlıdır. Dua risalesinde Bütün kainattan çıkan bir duadır. Esbab olan müsebbebatı Cenab-ı haktan ister denilir. Dua bahsinin özü sebep netice beraberliğidir.
Haşir risalesinde ‘Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?’ 1. suretin ve Rububiyyet ve Saltanatın haşre delaletinin anlaşılması da buna bağlıdır.
Risale-I Nurun elinde Asay-I Musa olması ve nereye vursa su çıkarması meselesi de bunun ile anlaşılır. Çünkü kainatta her yerde sebep ve netice beraberliği var ve insan kainatın umumuna tecelli eden esmayı görmeye ihtiyaç duymadan bazen sinekten bazen gezegenden bazen atomda Rabbinin esmasını temaşa eder bulur. Huzuru daimi kazanır.
‘Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî'nin dediği gibi, ‘Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah'ın mârifetine dâir bir defterdir.’ herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar. Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. ‘Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır.’
düsturunu herşeye okutturuyor.
Evet ‘Her şeyde O’nun varlığına delilller vardır hakikati de bununla anlaşılır.’
Kudret bahsinin anlaşılması da buna bağlıdır.. Kainattaki muhteşem faaliyeti kanunlara ve sebeplere veren insan O nun kudretini nasıl idrak edecek ki. Çünkü her yerde karşısına sebepler ve kanunlar çıkıyor. Ve mesela atomda elektomanyetik kuvvet, nükleer kuvvet, zayıf kuvvet diyor.. Nerde kaldı La havle vela kuvvete illa billah hakikatı.
Kanun bahsinin anlaşılması da bu sebep netice beraberliğinin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü kanunlar sebep netice beraberliğinin sürekliliğinden ibarettir. Her şey bu düzene boyun eğiyor diyen adam tam şirkin içindedir. Boyun eğilen düzen. Her şey bu düzeni yaratana boyun eğiyor dese neyse. Ama öyle noktalara geliyor ki düzeni yaratanı düşünmeden bunu söylüyor. Her şey bu her şeyi düzenli hareket etirene boyun eğiyor. Halik-ı Kainat her şeyin kudretiyle ilmiyle o kadar mükemmel tedbirini görüyor ki gafil insan düzenin mükemmelliğini düzeni yaratana perde yapıyor. Düzen maddeyi hareket ettirmiyor maddenin hareketinden düzen meydana geliyor. (İnşaallah bu konu ileride daha teferruatlıca ele alınacak.)
Şimdi bu konu ile ilgili bir kaç örnek verip sizleri Risale-i Nur’da sebep sonuçlarla başbaşa bırakayım.
Sebeplerle neticeler arasında, ağaç ile meyve arasında, tohum ile bitki arasında, DNA ile Hücre arasında, atomlardaki hareket ile bileşikler, moleküller arasında bir yakınlık var.Ama bu yakınlık sebebin neticeyi yaptığını göstermez, çubuğu yaratan üzümü çubuğa takıyor ki bu kuru çubuktan bu harika üzüm meydana gelmez diye kendisini her şeyde tanıtıyor.
-Kuru üzüm çubuğu nerede üzüm nerede
-Arı nerede bal nerede
-İnek nerede süt nerede
-Atom altı parçacıklar nerede atomlar nerede
-Yıldızlar nerede muhteşem dengeli galaksiler nerede
-Plan nerede saray nerede
-Maddi vücudu olmayan akılsız şuursuz düzenli hareketin ifadesi olan formuller neredekainattaki akıl almaz faailiyetler nerede
Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet (hakiki sebep) zannetmeleridir. (17. Lema 14. Nota)
Kâinatta, esbab(sebepler) ve müsebbebat(neticeler) görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe(neticeye) kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir; müsebbepleri yapan başkadır.
Meselâ, hadsiz masnuattan, yalnız cüz'î bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mucize-i san'at, öyle bir Zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.
İşte, beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu câmi, küçücük mucizelere, sair müsebbebatı da kıyas et.
Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece harika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.
Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanıyla, dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir."
Hem nasıl ki müsebbebdeki harika san'at ve tezyinat, esbabı azledip, Müsebbibü'l-Esbab olan Vâcibü'l-Vücuda işaret ederek ‘Bütün işler O’na döndürülür.-Hud Suresi,123. ayet’ sırrınca Ona teslim-i umur eder.
Öyle de, müsebbebata(neticelere) takılan neticeler, gayeler, faydalar, bilbedâhe, perde-i esbab arkasında bir Rabb-i Kerîmin, bir Hakîm-i Rahîmin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahlûk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faydaları, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faydaları onlara gaye-i vücut yapıyor.
Meselâ yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intaç eden esbab, hayvânâtı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek, hayvânâtı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler.
Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Elhasıl:1. Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder.
2.Hem müsebbebin gayesi, faydası dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder.
3.Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.
Ey esbabperest biçare! Bu üç mühim hakikati neyle izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt, "Vahdehû lâ şerîke lehu" de, hadsiz evhamdan kurtul.(33. Söz 27. Pencere)
"İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik-size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye." Abese Sûresi, 80:24-32.
İşte şu âyet-i kerime, mucizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde ‘Metaan lekum’ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet’Metaan lekum ve lienamikum’ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor. (25. Söz 2. Şule 7. sırrı Belagat)
Bkz. Risale-i Nur'da sebep Sonuç İlişkileri.
0 Comments:
Post a Comment
<< Home